Sendikacı Kartal: Sokağa çıkmayı üstlenecek bir merkez oluşturulmalı

img

HABER MERKEZİ - İktidarın tehdit ettiği sokak eylemlerine olan gereksinimi kendi deneyimlerinden örnekleyen sendikacı Kamil Kartal, “Sokağa çıkma ihtimali yüksek bir kitle var ve bunun sorumluluğunu üstlenecek bir merkez oluşturulmalı” dedi. 

Siyaset kızışıyor, sokaklar uzun bir aradan sonra yeniden canlanıyor. Ekonomik ve sosyal bunalımın tetiklediği rahatsızlıklar, her geçen gün büyüyor. İktidar cephesi olası bir halk hareketini bastırmak ve ön almak için sıklıkla militarist seçenekler üzerinden parmak sallıyor. Millet ittifakında yer alan güçler ise, kazasız, belasız, sorunsuz bir şekilde iktidarı teslim almak için kurulacak seçim sandığını bekliyor. Geniş kitlelerde biriken rahatsızlığı, sokağa çıkma yerine sakinleştirmeye çalışan Millet İttifakı, iktidarla mücadele stratejisini salonlara hapsetmiş durumda. Her iki ittifak dışında gücünü sokaktan alan ve siyasete üçüncü bir seçenek sunan yapılar ise, organize olma sıkıntısını yaşıyor. Sokak ve salon tartışmalarını ile iktidarın parmak sallayışını Salihli’de madencilerin yürüyüşünü kesen askerlere “Öyle mi Alay Komutanı!” diye seslenen Bağımsız Maden İşçileri Sendikası Eğitim ve Örgütlenme Uzmanı Kamil Kartal’la konuştuk. 50 kişiyle çıktıkları yolda 10 yılda 6 bin işçinin alamadığı tazminatı deyim yerindeyse söke söke aldıklarını hatırlatan Kartal, sokağı örgütleyecek birleşik bir mücadele cephesine dikkati çekti. Ömrünün çoğunu işçi örgütlemelerinde geçiren Kartal, sorularımızı yanıtladı... 
 
Siyasette, ekonomide ve sosyal yaşamda birbirini tetikleyen krizlerin artık sürdürülemez bir hal aldığı dillendiriliyor. Bu durum özellikle işçi sınıfına nasıl yansıyor? 
 
Birkaç açıdan bakmak lazım. Son 20 yıl içerisinde alım gücünde istikrar diye ifade edebileceğimiz bir dönem göstermelik olsa da gündeme getirilmişti. Bu geniş kitlelerce de içselleştirilmişti. Özellikle 2005-2006 ile 2015-2018’lere kadar. Fakat uygulanan neoliberal politikalar ve siyasal iktidarın, ekonomik politik tercihleri, çok ciddi anlamda yeni bir sermaye birikim rejimini gündeme getirdi. Bu süreç içerisinde belli sermaye gruplarını tasfiye edip, yeni sermaye gruplarını güçlendiren ve şu an 5’li çete diye de ifade edilen kendine tabi güç yaratıldı. Bu ilişki düzlemi bir taraftan devam ederken, diğer yandan dünyada ekonomik gerileme ortaya çıktı. Türkiye uygulanan ekonomi politikaları nedeniyle bu süreçten daha derinden etkilendi. Son iki yılda da pandemi süreci yaşandı. Ondan önce de 15 Temmuz gibi bir sürecin bilinçli olarak gündeme getirilmesi ve onun ortaya çıkarttığı kargaşadan da faydalanarak bu tek adam diktatörlüğü diye tabir edilen sistem oturtuldu. Bu süreç Allah’ın lütfu olarak sergilendi. Ve son 30 -40 yıldır uygulanan neoliberal politikalar nedeniyle kırsal tasfiye edildi, şehirlerde aşırı yığılma ve proleterleşme dalgası yaşandı. Sonuç olarak aşırı bir yoksullaştırma süreci başladı. Göçler yoğunlaştığında amele sayısı artar, yedek iş gücü sayısı alabildiğine yükselir, sermayenin ihtiyaçlarına uygun yasalar çıkartılır ve alım gücü bilinçli bir şekilde düşer. 
 
Doğal olarak kazanımlar geriye düşer… 
 
 
 Kaçınılmaz olarak bu bir takım göstergeler ortaya çıkartıyor ve bu göstergelerden çekinen siyasal iktidar ve onun yerine bir restorasyon hükümeti kurma hayali kuran muhalefet (Millet İttifakı), ortaya çıkabilecek refleksi ve toplumsal tepkiyi denetim altına almaya çalışıyor.
 
Mücadelelerle elde edilmiş bir takım sosyal haklar ve ücretlerin geriye düşürülmesi sonucu aşırı bir yoksullaştırma durumu gerçekleşti. Bu yoksullaştırma süreci birkaç açıdan siyasal iktidarın ya da sermayenin de egemenlerin de çıkarına olan süreç. Bu durum aynı zamanda biat kültürü ile birlikte dinsel yardımlaşma üzerinden sosyal politikalar uygulanmasını gündeme getirdi. Yoksullaşan halk kitleleri önemli ölçüde alım gücünü yitirdi. Özellikle son dönemlerde döviz meselesinde git-gel ve kimsenin tam anlamda çözemediği bir ekonomik model ile sermaye sahipleri aşırı bir birikme sahip oldu. Bu durumu dünyanın çeşitli yerlerinde de görüyoruz. Birkaç sene önce Fransa’da ortaya çıkmış olan “sarı yelekliler” meselesi gibi, dünyanın değişik yerlerinde ortaya çıkan hak mücadeleleri maalesef rejimler tarafından şiddetle bastırıldı. Kaçınılmaz olarak bu bir takım göstergeler ortaya çıkartıyor ve bu göstergelerden çekinen siyasal iktidar ve onun yerine bir restorasyon hükümeti kurma hayali kuran muhalefet (Millet İttifakı), ortaya çıkabilecek refleksi ve toplumsal tepkiyi denetim altına almaya çalışıyor. Siyasal iktidar bilinçli bir biçimde sokak meselesini kışkırtıyor. 
 
 Günümüzün tartışmasına parmak bastınız. Hükümet sokağa çıkmayı bir tehdit aracı olarak görüyor ve bu tür eylem ve etkinliklere karşı militarist seçenekleri ima etmekten çekinmiyor. Gösterilen sopa, dipten gelen bir dalganın ipuçlarını mı veriyor? 
 
Tabii çeşitli veriler var en son ortaya çıkan meselelerden bir tanesi Kazakistan meselesi. Önemli bir gösterge. Ama ondan önce de Türkiye’de zaman zaman sokağı temel alan ve mevcut iktidarları zor durumlarda bırakan çeşitli eylemler söz konusu olmuştu. Gezi gibi, tarihsel olarak 15-16 Haziranlar gibi çok lokalize olmuş olsa da değişik yerlerde hak mücadeleleri ortaya çıkıyor. Siyasal iktidar aslında bir provokasyon yapmaya da çalışıyor. Bir taraftan sokağı engellemeye çalışan baskı ve şiddet var. Bir taraftan da kriminalize edebileceği küçük grupların sokağa çıkmasını istiyor. Onlar üzerinden de daha büyük eylem ve etkinliklere ön almaya çalışıyor. Burada da muhalefeti kullanıyor. 
 
Hali hazırda sokak rahatlıkla kullanıla biliniyor mu? 
 
Aslında kullanamıyoruz. Özellikle Gezi’den sonra toplumsal muhalefetin sokağa çıkması çok ciddi bir biçimde bastırıldı. Kadının özgürlük mücadelesinden tutun da emekçilerin hak mücadelesine, gençlerin sağlık ve eşit eğitim hakkı mücadelesine kadar tüm talepler şiddetle bastırılıyor. Ancak siyasal iktidar ne yaparsa yapsın, çok az da olsa “marjinal” diye tabir ettiği unsurları denetim altına alamıyor. Diğer yandan daha da kitleselleşecek mücadele süreçlerinin önünü kesmek için orantısız baskı ve şiddet kullanıyor. İşte öğrenciler hak ararsa ezerim diyor, Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerini aylarca cezaevine tıkabiliyor. Gazla, copla, şiddetle olası diğer öğrencilerin hak alma mücadelelerinin önünü kesiyor. Siz de yaparsanız daha şiddetli ezerim, diyor. 
 
İzin verdikleri gruplar da var… 
 
Türkiye’nin değişik yerlerinde irili ufaklı eylemler görüyoruz. Bazıları devletin belirlediği sınır ve ölçülerde tutuluyor. Ortaya çıkabilecek daha radikal davranış biçimlerinin önünü kesmek için bu tür etkisiz eylem örnekleri oluşturulur. İktidarın istediği ve arzuladığı bir takım gruplar sokağa çıkıyor ve bu durum örnek bir eylem olarak gösteriliyor. Dolayısıyla, sistem dışı mekanizmalara da sınır çizilmiş oluyor. Benim denetim mekanizmam içerisinde davranırsanız size de ses çıkartmam, mesajı veriliyor.
 
 Bu yaklaşımın alıcısı var...
 
Muhalefet güçlerinde buna uyum sağlayacak bir yaklaşım var. Çok somut bir örnek vermek gerekirse, geçen günlerde CHP’nin Mersin’de yapacağı mitingde istediği alanı vermeyip, mitingi bir ana caddeye hapsederken, daha sonra bir açılış nedeniyle yasakladığı meydanı açabiliyor. Çünkü oraya gelecek olan kitlenin sistem açısından bir zarar oluşturmayacağını, bunun denetim altına alınabilecek bir organizasyon olduğunu biliyor ve buna ses çıkarmıyorlar. Muhalefet güçleri de bu yaklaşım tarzı çerçevesinde kilometre taşları örüyor.
 
Özelikle Millet İttifakı neden iktidarın bu söylemini alıyor ya da kabul ediyor? 
 
 
Bu kadar sorunların yaşandığı bir yerde çok fazla sayıda tepkilerin merkezileştirmesini sağlayabilecek imkan ve olanaklar var.  Mevcut “Millet ittifakı” ve siyasal iktidar, bunu görüyor ve bunu denetim altına almaya çalışıyor. 
 
Aslında onlarda da çok ciddi anlamda sorunlar birikmiş. Türkiye’de, toplumsal olarak çok yoğun bir gaz birikimi var. O kadar çok sorun var ki; öğrencinin, işçinin, emeklinin, memurun sorunu var. Kürt’tün, Türk’ün sorunu var. Hak ihlalleri, işsizlik, yoksullaşma, açlık ve sefalet almış başını gidiyor. Geleceğinden umudu kesmiş büyük bir beyin göçü var. Doğal olarak bunları bir biçimde gazının alınması lazım. Sisteme karşı muhalefet güçlerinin oluşturabilecekleri merkezi bir irade ve ihtimal var. Bu kadar sorunların yaşandığı bir yerde çok fazla sayıda tepkilerin merkezileştirmesini sağlayabilecek imkan ve olanaklar var.  Becerilemiyor bu ayrı bir şey. Sistem dışı bir muhalefete imkan ve olanak var. Mevcut “Millet ittifakı” ve siyasal iktidar bunu görüyor ve bunu denetim altına almaya çalışıyor. Millet ittifakı, hem bu gazı alan hem de solun ve devrimcilerin marjinal kalmasını sağlayabilecek bir davranış biçimi temel alıyor. 
 
O halde bu durum her iki ittifakın da işine geliyor diyebilir miyiz?
 
Bu açıdan sokağa yönelik her talebi ve istemi engellemeye çalışıyor ve aslında da başarılı oluyorlar. Metal sektöründe iş sözleşmesi gece yarısı gündeme getirildi ve imzalandı. Günlerdir Metal işçileri kendi talepleri gerçekleştirilmediği takdirde greve gideceklerini gündeme getiriyorlardı, grev ilanları asılıyordu. Önce toplumda ve emekçilerde yeni bir metal fırtınanın gündeme geleceği ve siyasal iktidara diz çöktüreceği şeklinde bir algı oluşturuldu, sonra da yüzde 12’den başlayıp yüzde 25 düzleminde bir toplu sözleşmeye imza atıldı. Oysa geçen dönemlere bakılınca, metal işçilerinin sokağa çıkması, sadece metal işçilerinin sokağa çıkması anlamına gelmiyor. Milyonlarca işsiz ve milyonlarca asgari ücret seviyesinin altında bir ücretle yaşamını sürdüren kitlelerin göstereceği reaksiyonu çok iyi hesapladılar ve zamana yayarak metal işçilerini de aslında ezen sözleşmeyi imzaladılar. Böylece işçilerin sokağa çıkmasını engelleyen stratejiyi tamamladılar. Siyasal iktidara alternatif olduğunu düşünen ve herhangi bir seçim süreci meydana geldiğinde de kendisinin iktidar olacağını düşleyen yapılar, işi başka bir yere götürmeye çalışıyor. Kavgasız, gürültüsüz sandık temelli, insanların sokağa çıkmasını engelleyen bir davranış biçimi, bir strateji aslında. 
 
Sisteme zeval gelmesin… 
 
Tayyip Erdoğan artık seçimi her halükarda kaybedeceğine ikna olursa önümüzdeki dönemde büyük bir ihtimalle, pazarlıkla aday olmayabilir. Bunun da bir takım göstergeleri ortaya çıkıyor. Şimdi hepsi buna hazırlanıyor. Mevcut muhalefet güçleri, AKP mevcut sistemi zorlayan bir davranış biçimine girmeden, kansız, barışçıl bir biçimde teslim etsin yaklaşımı içinde. Bütün halk kesimlerinin ortak mücadelesiyle iktidarın devrilmesinin, başka bir sistemin gündeme gelmesinin önünü açacağından korkuyorlar. Bunu aynı zamanda iç savaş koşullarını gündeme getirerek, toplumda bir korku atmosferi yayıyorlar. Böylece sokağın geriye çekilmesini sağlayan bir yaklaşım sergiliyorlar.
 
Millet ittifakının tavrına dikkati çektiniz, peki sokağın meşruluğunu kimler anlatacak? 
 
 
 Bu, Türkiye solunun, devrimcilerin, sosyalistlerin görevidir. Sokak olmazsa bunun çözüm şansının gerçek manada olmayacağını anlatacak bir takım organizasyonlara ihtiyaç var. Birleşik mücadele sürecinin inşa edilmesinde bir siyasal merkezin oluşturulması gerekiyor.
 
Bu, Türkiye solunun, devrimcilerin, sosyalistlerin görevidir. Sokak olmazsa bunun çözüm şansının gerçek manada olmayacağını anlatacak bir takım organizasyonlara ihtiyaç var. Birleşik mücadele sürecinin inşa edilmesinde bir siyasal merkezin oluşturulması gerekiyor. Muhalefet güçlerinin tek parti altında ya da tek bir çizgi altında birleştiği bir şeyden bahsetmiyorum. Bunun olmayacağını biliyoruz ama yaşanan nesnellikleri dikkate alan ve bu nesnellikler içerisinde bir geçiş sürecinde belli bir programla ortak mücadele birliği sağlanabilir. Bir araya gelişi sağlayacak bir merkezin oluşturulması zorunludur. Bu yapılabilirse o zaman sokak meselesi bir parça daha kendi meşruluğunu açığa çıkartacak ve o meşruluk içerisine sokağa yönelik davranış biçimleri gündeme gelecektir. 
 
Zamanı ve sürdürülemez durumu düşündüğümüzde bahsettiğiniz oluşum için daha hızlı hareket etmek germez mi? Kimler ne tür argümanlar kullanmalı? 
 
Son 4-5 senelik sürece bakalım. 15 Temmuz’dan sonra sokağa çıkan temel dinamiklere bakalım, kimler çıktı, çıkabildi? Bu çok lokal olabilir, çok kitlesel olmayabilir ama bu sokağa çıkan güçler devletin bütün zor aygıtlarıyla karşılaştılar. Buna rağmen inatla ve ısrarla sokağa çıkmaktan geriye adım atmadılar. Kimler bunlar, çok net. Kadın hareketleri, LGBT+’dan tut feminist kadın hareketlerine, Kürt özgürlük hareketinden sol siyasal çevrelere kadar yelpazeyi genişletebiliriz. Siyaseten bir araya gelme ihtimalleri olmayanlar bile kadın yürüyüşlerinde, İstanbul Sözleşmesi’nin ortadan kaldırılması sırasında birlikte hareket edebildiler. Her şeye, her baskıya ve yasaklamaya rağmen sokağa çıkabildiler. Son dönemde öğrencilerdeki hareketlenmeye bakalım. Geçinemiyoruz hareketi, barınamıyoruz hareketi, yurt sorununu yaşayan öğrenciler, açlık, yoksulluk, kira sorununu yaşayanlara bakalım. Her baskıya ve yasaklamaya karşın sokağa çıkabildiler. Evet çok kitleselleşemiyor, çok yerel kalıyor ama sonuç olarak bir dinamik olarak ortaya çıkıyor. Yine ülkenin değişik yerlerine bakalım. Çok sayıda irili ufaklı hak mücadeleleri içerisinde her koşulda direngenlik gösteren bir işçi hareketinden bahsedebiliriz. Çok güçlü olmamakla birlikte belli eylemler gündeme getirildiğinde, daha cesaretli davrandığında, kendi meşruluğuna inandığında, inat ve ısrarı devam ettirdiğinde kimi kazanımlar elde edebilen bir işçi hareketi var. Ama aynı zamanda sendikalı veya sendikasız işçilerin yaşamakta oldukları temel sıkıntılar var. Ücret skalalarının düşüklüğünden, alım güçlerinin olmamasına kadar bulunduğu pozisyondan mutlu olmayan bir kitle var. Bu kitleye doğru dürüst ulaşılabildiği takdirde, sorunları kendilerine tekrardan hatırlatıldığında sokağa çıkma ihtimali yüksek. Bu kitleye göçmen olarak gelmiş işçileri de ekleyebiliriz. Onların da temel sıkıntıları var. Bunların hepsi sorunsal. Bunun ötesinde de Kürtlerin bir sorunu var. Yüzyıllardır demokratikleşme, insanca yaşama, baskıyı ortadan kaldırma, kimliklerini özgürce yaşama, bu ülkeyi ortak yurt yapma gibi bir sorunları var. Onların da sadece böyle ulusal sorunlarından öte yaşam sorunları var. Açlık sorunları var, geçim sorunları var. Sadece ulusal sorunları yok. Tüm bunların birleşmesini sağlayacak bir yaklaşıma ihtiyaç var. Nesnel olarak şu an yaşanmakta olan süreç buna da olanak sağlıyor. Bu yaşananların ötesinde ülke bir seçim hattına girdi. Sandık merkezli faaliyet yürüteninden, bu musibet başımızdan gitsin diyen çok önemli bir kitleden bahsediyoruz. Bu kitleleri seferber edebilecek, neyi niçin ve nasıl yapması gerektiğini ifade edebilecek, haklarını talep edebilecek bir tarza ihtiyaç var. 
 
Hakkını talep etme önemli. Sokakta kazanmaya örnek vereceksek, sizin “Öyle mi alay komutanı” seslenişinizin olduğu madenci eylemini unutmamak gerekiyor. Nasıl başladı, nasıl sonuçlandı?
 
 
2019’da 50 maden işçisiyle başladık. O işçilerin sokağa çıkması, inat etmesi, 6 bin insanın ve ailelerinin kulaklarını bu tarafa dikmelerine sebep oldu. Hem de özel sektörün ödemesi gereken borçları devlet ödedi. 50 madencinin gücü olmaktan öteye geçti. 
 
Birincisi bir araya gelmek lazım. Ama nasıl gelinecek, hep birlikte tartışıyoruz. Sistem içi veya dışı sorun yaşayan toplulukları bir araya getirebilecek tek şey var. Kendi haklılıklarına inanmaları gerekiyor. Şu soruları sormaları gerekiyor. Sitem beni neden aç bırakıyor? Sistem bana neden barınma imkanı sağlamıyor? Sistem bana niye eşit eğitim imkanı sağlamıyor? Sistem bana niye ayrımcılık yapıyor? Sistem niye sağlığa erişim meselemi çözmüyor? Bu sorunlar, bu ülkedeki insanların temel sorunları. Bu sorunların açığa çıkartılması en meşru hakkıdır insanın. Bu anlamda da kendine inanması gerekiyor. Ben haklıyım ve ben bunu talep ediyorum, diyecek. Bizim eyleme gelince, 6 bin madenci tazminatını almamıştı. 10 sene tazminatlar ödenmedi. Geldikleri nokta “Lanet olsun” deyip, üstüne bir bardak su içmek oldu. 2019’a kadar hiçbir şey yapmadılar. 2019’da 50 maden işçisiyle biz başladık. O işçilerin sokağa çıkması, inat etmesi, 6 bin insanın ve ailelerinin kulaklarını bu tarafa dikmelerine sebep oldu. Hem de özel sektörün ödemesi gereken borçları devlet ödedi. 50 madencinin gücü olmaktan öteye geçti. Çünkü sen sokağa çıktığında insanlar söz söylemeye başlar. Bir dayanışma ilişkisi kurdular aynı zamanda. Onun için Salihli’de yapılan konuşma milyonlara mal oldu. Onun için maden işçilerinin mücadelesi diğer mücadelelere örnek oldu. 
 
Bu kazanım maden havzasına nasıl yansıdı, geri dönüşler nasıl oldu?
 
Her şeyden evvel işçilerin karar sahibi olduğu bir sendikalaşma çıkıyor ortaya. Sendika üzerinden eylemliklerini gerçekleştirdiler. İş yeri, iş yeri örgütleme çalışmaları devam ediyor. Bunun etkilerini belki bugün bunu görme şansımız olmayacak ama yarın bir gün göreceğiz. Bir fikrin yaygınlaşması ve deneyimlerin aktarım süreci şu anda gündeme getiriliyor. Biz de bunu çoğaltan bir süreç inşa etmeliyiz. Fakat siyaseten bir şey yapılmazsa bu mücadeleler saman alevi gibi yanar söner. Esas işin püf noktası bunun siyasetten nereye taşınacağı meselesidir. Bu gerçekleşmediği sürece, bir iktidar perspektifiyle donatamazsan çok fazla anlam ifade etmeyecek. Oysa yapılması gereken şey ortaya çıkan birtakım imkanları kullanmak. Şimdi herkesin kafasında iki şey var. Mutlaka seçim olacak ve AKP iktidarı gidecek. Evet, iktidar gittikten sonra yerine gelecek iktidarın nasıl bir iktidar olacağını biz bugün görebiliyoruz. O zaman AKP gittikten sonra gerçek anlamda emekçilerin, halkın her türlü ekonomik sosyal sorunlarını çözebilme ihtimali olan yeni bir siyasal süreç nasıl inşa edilecek? Bu süreci inşa edebilecek özneler kimler; HDP’yle mi TİP’le mi halledilecek? Yoksa hepsini birden içine alan, ortak aklın egemen kılındığı, emekçilerin temel sorunlarını çözebilecek hak ve çıkarlarını savunabilecek, yaşanan bütün bu insanlık dışı uygulamaları da ortadan kaldırabilecek yeni bir sistemin organize edilmesi doğrultusunda mı hareket etmeliyiz? Bu kimlerle birlikte ve nasıl yapılabilir? Bunu tartışmamız gerekir. Sokağa çıkmayı tartışırken bunun sorumluluğunu üstlenecek bir merkezin oluşturulmasının nasıl mümkün olabileceğini gündeme getirmek gerekiyor. 
 
O halde umut var… 
 
Umut her zaman var. Umut yoksa neden devrimcilik yapıyoruz. Zaten yaşananlar, hem de sistemin yarattığı sorunlar bizi umutlu kılıyor. Sistem her ne kadar ezse de biz insanız. Adalet istiyoruz. İnsanca yaşamak, ortak aklın egemen olduğu, sömürünün olmadığı, barışın ve kardeşliğin olduğu bir toplum istiyoruz. Bunu istediğimiz sürece de umudumuz var demektir.
 
KAMİL KARTAL KİMDİR?
 
Bağımsız Maden-İş Sendikası Örgütlenme Uzmanı Kamil Kartal, hayatı boyunca sendikal mücadele içinde yer aldı. Hakkında sayısız dava açıldı, pek çok kez gözaltına alındı. Sendikacı bir babanın oğlu olan Kartal, 16 yaşında işçiliğe başladı. Ağırlıklı olarak enerji iş kolunda çalıştı. Sendikal faaliyetlerinin büyük bölümünü DİSK çatısı altında sürdürdü, 12 Eylül 1980 darbesiyle DİSK kapatılınca 1992’ye kadar Türk-İş’te yer aldı. 1992 sonrasında DİSK’in yeniden örgütlenmesi için çalıştı, Yeraltı-Maden İş örgütlenme sorumlusu oldu. Cumhuriyet Gazetesi’nde matbaa işçisi olarak çalıştı, Basın-İş Sendikası’nın genel sekreterliğini ve genel başkanlığını üstlendi. Devrimci Sağlık-İş’in örgütlenme çalışmalarına katıldı. Bağımsız Enerji-Sen’in kuruluşuna destek verdi. 2010-2013 arasında DİSK’e bağlı Enerji İşçileri Sendikası’nın genel başkanlığını yaptı.  Kartal, 13 Mayıs 2014’te Soma Katliamı’nın yaşandığı günden bu yana bölgede. 2018’de Bağımsız Maden İşçileri Sendikası’nın kuruluşunda rol aldı. Şu anda aynı sendikanın örgütlenme ve eğitim uzmanı. 
 
ÖYLE Mİ ALAY KOMUTANI! 
 
Kamuoyu Kamil Kartal’ı, tazminatsız işten çıkarılan ve alacakları ödenmeyen Somalı madencilerin Ankara’ya başlattığı yürüyüşle tanımıştı. Kartal’ın, kıdem ve ücret alacakları için yürümek isteyen Somalı maden işçilerinin, jandarma tarafından engellenmesinin ardından jandarma komutanına yönelik yaptığı ve  “Öyle mi alay komutanı?” diye başlayan konuşması gündem olmuştu. 
 
MA / Sedat Yılmaz