Herkesin değerini teslim etmeye mecbur olduğu gelenek

img

Ali Duran Topuz*

Türkiye basın tarihinde 24 Ocak-12 Eylül 1980 tarihleri, ikisi de aynı gün olarak, özel bir başlangıç yaratır, bir milattır bu: Egemen ekonomik ve siyasal güçlerin lehine çürümüş, yalancı, dolandırıcı, büyük sermaye çıkarlarını koruyan vitrin olarak bir neoliberal-milliyetçi şoven medya kurulacaktır. Devlete ve paraya hükmedenlerin medyası 80 ve 90’ı yıllarda iki işi birden görecekti: Ekonomide topluma yalan söyleyecek, siyasette topluma yalan söyleyecek, etno-politik meselelerde topluma yalan söyleyecek, sınıf meselelerinde topluma yalan söyleyecek, yalanlar eşliğinde oluşturdukları bilgisel ortam içinde kendi gemilerini yürüteceklerdi. 90’lardaki büyük bankacılık skandalları, 12 Eylül ile başlayıp 2000’lere kadar giden düzenli işkenceler, gözaltında kayıplar ve yargısız infazlar eşliğindeki polis-adliye-cezaevi operasyonları, Kürdistan’da yoğunlaşan ama her yeri etkisi altında tutan kirli savaş, sınıf ve emek örgütlerinin bin bir pis yöntemle tasfiyesi hep bu yeni medyanın katılımcılığı ile yürütülecekti. 
 
Burada olan bitenlere yönelik itirazlar ve alternatif medya kurma çabaları başlıca iki kaynaktan geliyordu: 1980 öncesine uzanan sol-sosyalist hareketlerin oluşturduğu mücadeleler ile Kürt siyasal mücadelesinin yükselişiyle beraber 90’ların başında görünür hale gelen “özgür basın” hareketi. Sol-sosyalist hareketler bugün iki önemli gazete, Birgün ve Evrensel ile çok sayıda internet sitesi ile yollarına devam ediyor. Kürt siyasal mücadelesi eşliğinde oluşan yayınlar ise 90’ların hemen başında en ünlüsü Özgür Gündem olan çok sayıda yayınla kamu karşısına çıkan özel ve güçlü bir gelenek oluşturur. “Özgür basın geleneği” adını alan bu akımda çok sayıda gazete ve televizyon çıktı. Bu gelenek, daha ilk adımlarından itibaren kriminal bir bakışla ele alındı, çalışanları öldürüldü, binası bombalandı, gazetelerin dağıtımını yapan çocuklar bile kurşunlandı. Geleneğin kendisine haklı olarak sembol isim seçtiği Musa Anter bu saldırganlıktan payını alarak katledildi. 
 
Bütün 90’lar ve 2000’ler boyunca ağır baskı altında tutulan bu gelenek, tüm baskı ve saldırılara rağmen sürekli kendisini yenileyerek ayakta kalmayı başardı. Bugün dördüncü kuruluş yıldönümünü kutlayan Mezopotamya Ajansı herkesin bildiği gibi bu geleneğin dallarından biri olarak yayın hayatını sürdürüyor. 1990’lar ve 2000’lerin ana akımında yer alan gazetecilerin çoğu için devletin bu kurumlara yönelik suçlamaları doğru kabul ediliyordu; “ana akım” evrensel medya ilkelerine uygun yayın yapan gazete ve televizyonlardan oluşuyorken, bu yayınlar, sol-sosyalist yayınlarla birlikte terörist değilse bile taraflı, ideolojik, eksik ve hatalı gazetecilik yapıyordu onlara göre. Mevcut iktidarın devletçi-ırkçı-milliyetçi ana akım niteliklerine bir de hükümete mutlak bağlı dinciliği ekleyince Türkiye’de medyanın görünümü bütünüyle değişti. Özellikle 15 Temmuz darbesi sonrasında gerçekleşen bu değişim, iki gerçeği açık biçimde ortaya çıkardı aslında: Gazetecilik adına doğru işleri yapan, doğru mücadeleyi yürüten, doğru yerde duran aslında örgüt üyeliğinden başlayıp teröre müzahir olmakla suçlanan yayınlarken, ana akım denilen kurumlar ve gelenekler bizzat medyanın çürümesini sağlayan yerlerdi. Bir zamanlar özgür basın kurumlarının haberlerini alıp kendilerine mal eden, isimlerini anmaktan imtina eden gazeteciler ve her fırsatta onların kriminalize edilmesini destekleyen, doğru bulan kişilerin çoğu da bugün artık hem eski hem yeni “ana akım”ların gazetecilik değil ekonomik ya da siyasal egemenlerin maşalığını, mendilliğini yaptığını, suçladıkları yerlerin gazeteciliğin gerekleri için mücadele eden yerler olduğunu daha iyi görüyor. 
 
Mezopotamya Ajansı, dört yıl önce kuruldu; yani 15 Temmuz darbe girişimi savuşturulduktan sonra oluşan Olağanüstü Hal koşulları altında. Biz gazeteciler bugün Mezopotamya Ajansı’nı iki nedenle yakından takip ediyoruz: Birincisi, eskiden de olduğu gibi Kürt illerinde olan bitenleri daha yakından takip etmek için. İkincisi, bu yakın takibi başardıkları ölçüde çalışanlarının polisiye ve adli hedef haline gelmesiyle. Tek bir örnek her şeyi açıklamaya yeter de artar bile: İki köylünün ağır işkence görmesini, yani ünlü “Helikopterden insan atma” vakasını Mezopotamya Ajansı’ndan öğrendik ve kullandık. Hemen devamında ajansın bu haberi yapmasının “ödülü” olarak çalışanlarının gözaltına alınmasını ve tutuklanmasını haber olarak öğrendik. Söz konusu gelenek, iyi gazetecilik için ağır bedel ödemeye hazır olunması gerektiğini 30 yıldır tecrübe eden bir gelenek; bugün yeni medya kuruluşu için çalışan herkesin artık değerini teslim etmeye mecbur olduğu gelenek. 
 
Bugün, hem sol-sosyalist geleneklerin hem de özgür basın geleneğinin dışında yeni ve önemli bir medya oluşuyor; bunun önemli kısmı dijital ortamda doğdu ve yaşıyor. Kuruluş ve yönetimini üstlendiğim gazeteduvar bunlardan biri. Buraların en önemli özelliklerinden biri kuruluşlarını yapanların ya da çalışanların önemli bir kısmının eski “ana akım” medyadan gelmesi; ben örneğin 15 yıl kadar Doğun Grubu’nda, Radikal’de çalıştım. O zamanların ana akımının yüz vermediği, devletin bakışını doğru kabul ederek paylaştığı, hatta devletten daha sert biçimde suçlamaya heves ettiği özgür basın geleneğinin değerinin, şimdi o gelenek dışında oluşan yeni medya kuruluşları tarafından iyi anlaşıldığını rahatlıkla söyleyebilirim. 
 
Demem o ki Mezopotamya Ajansı, sadece kendisinin içinde doğduğu gelenek için değil, mevcut siyasal koşullarda daha iyi gazetecilik için mücadele veren ve o geleneğin tamamen dışında konumlanan yerler için de son derece önemli. Eğer önümüzde gerçekten “devlet, sermaye ve siyasetten bağımsız”, yani daha özgür ve daha işini daha iyi yapacak şekilde örgütlenmiş kuruluşların oluşturacağı bir özgür medya ortamı olacaksa, Mezopotamya Ajansı ve onun ait olduğu geleneğin bu ortama katkıları çok büyük olacak. Ajansın kuruluşuna emeği geçen herkesi tebrik ediyor, gazeteciliğe katkılar nedeniyle teşekkürü borç biliyorum. 
 
*Gazeteduvar Genel Yayın Yönetmeni