Siyaset Bilimci Aytaç: Çağrı Ortadoğu’daki güç dengelerini etkileme potansiyeline sahip 2025-03-03 10:06:04   MÊRDÎN - Abdullah Öcalan’ın çağrısını değerlendiren Siyaset Bilimci Ahmet Murat Aytaç, “Öcalan’ın çağrısı yalnızca Türkiye’nin iç siyasetini değil, aynı zamanda Ortadoğu’daki güç dengelerini ve bölgesel Kürt siyasetinin geleceğini de etkileme potansiyeline sahip” dedi.   Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi’nin (DEM Parti) İmralı Heyeti tarafından 27 Şubat’ta Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum” başlığıyla paylaşılan tarihi çağrısı dünyanın gündemine oturdu.    Abdullah Öcalan’ın çağrısı kamuoyunda tartışılmaya devam ederken, Barış Akademisyenlerinden Siyaset Bilimci Yrd. Doç. Dr. Ahmet Murat Aytaç, Abdullah Öcalan’ın Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”na ilişkin sorularımızı yanıtladı.    Öncelikle çağrıyı bir bütün olarak nasıl değerlendirirsiniz?   Öcalan’ın çağrısı, tarihsel bağlamı ve sunduğu perspektif açısından önemli bir dönüm noktası olarak değerlendirilebilir. DEM Parti heyeti tarafından Kürtçe ve Türkçe olarak okunan bu çağrı, hem içeriği hem de hitap ettiği kesimler bakımından çok katmanlı bir metin niteliğindedir. Çağrının temel eğilimini, çatışma ve şiddet zemininde gelişmiş bir süreci siyasi ve hukuki bir çerçeveye taşıma yönündeki bir irade beyanı olarak belirlemek mümkündür. Daha önce de ateşkes, barış ve çözüm süreçlerine ilişkin farklı girişimler olmuşsa da, ilk kez PKK’nin feshi yönünde doğrudan örgütün lideri olarak tanınan isimden açıklama gelmesi, bu çağrıyı önceki girişimlerden farklı kılmaktadır. Elbette devlet kanadından da bu netlik ve aleniyetle bir çağrı gelmesi bakımından başka bir ilkle birlikte düşünülmesi gereken bir durum bu.   Ek olarak çağrı, yalnızca bir fesih ve silah bırakma iradesi ortaya koymakla kalmamakta, aynı zamanda demokratik toplum ve siyaset alanlarının güçlendirilmesi gerekliliğine de dikkat çekmektedir. Metinde, bu dönüşümün yalnızca bir siyasal bir tercih meselesinden ibaret olmadığı, aksine tarihsel ve sosyolojik bir zorunluluk olarak formüle edildiği görülmektedir. Bu bağlamda çağrı, hem çatışma sürecinin sona erdiğini ilan eden hem de yeni dönemde Kürt siyasal hareketinin mücadele biçimlerini siyasi ve toplumsal alanlarda nasıl inşa etmesi gerektiğine dair yön tayin eden bir niteliğe sahiptir.   Bu değerlendirmeler ışığında, Öcalan’ın çağrısı, bir niyet veya temenni beyanının ötesine geçmekte, Kürt siyasetinin dönüşümüne dair bir stratejik yönlendirme olarak da okunması gerekli hale gelmektedir. Dolayısıyla bu çağrının etkilerini analiz etmek için, diğer siyasal aktörlerin tepkileri, hukuki süreçler ve demokratik alanın genişleyip genişlemeyeceği gibi dinamikleri de dikkate alan daha kapsamlı bir tartışma gerekli hale gelmektedir.   Sizce Abdullah Öcalan'ın çağrısında öne çıkan vurgu nedir?      Bu değerlendirmeler ışığında, Öcalan’ın çağrısı, bir niyet veya temenni beyanının ötesine geçmekte, Kürt siyasetinin dönüşümüne dair bir stratejik yönlendirme olarak da okunması gerekli hale gelmektedir.   Çağrının geniş kapsamı ve çok katmanlı yapısı dikkate alındığında tek bir vurguya indirgenmesi kolay değil. Yine de değişik açılardan önem taşıyan ve vurgulanması gereken boyutları aydınlatmaya yarayacak bir yönlendirici ilke tayin edebilir. Bu ilkenin, çağrının son cümlesinden hareketle, “ortak yaşam” arzusu olduğunu kanaatindeyim. Elbette bununla yüzeyde görünen anlamıyla sadece bir arada var olma niyetini, yani bıraktığımız yerden aynen devam etme türünden bir şey kastedilmiyor. Daha çok sürdürülebilir bir birlikteliğin gereklerine uyarlanmış yeni bir ortak yaşam modeli işaret edilmek isteniyor. Bu durum metne bir çağrı olmanın yanı sıra bir de “teklif” olma niteliği yüklüyor.   Nasıl bir teklif?   Bu teklifin, güvenlikçi devlet politikaları ve güncel siyasi atmosferle bağlantılı bir yanıt niteliğinde olduğu görülmektedir. Devlet Bahçeli’nin “beka” söylemiyle başlattığı ve iktidarın “Terörsüz Türkiye” şiarıyla sahiplendiği süreç, devlet açısından iç cephenin güçlendirilmesi stratejisine dayanarak ilerletilmiş ve bugünkü aşamaya gelinmesini mümkün kılmıştır. Çağrı, bu sürecin bir bileşeni olarak okunabilir; hem iktidarın beklentilerine bir cevap olma hem de barış ve demokratik toplum önerisiyle ortak yaşam fikrini derinleştirmeyi amaçlayan bir teklif olma niteliği buradan ileri gelmektedir.   Çağrı metni ilk olarak, örgütün bir şiddet yüzyılı olarak tanımlanan 20’nci yüzyılın ürünü olduğu ve bu dönemdeki reel sosyalizm anlayışının etkisi altında şekillendiği saptamasıyla dikkat çekiyor. Bu çerçevede PKK, tıpkı IRA veya ETA gibi, içinde doğduğu tarihsel koşullarla var olmuş, ancak artık misyonunu tamamlamış bir yapı olarak sunulmaktadır. Örgütün varlığını sürdürebilmesi için gerekli toplumsal ve siyasi dinamiklerin günümüz koşullarında değiştiği savunulmaktadır. Bu noktada, Öcalan’ın çağrısının dayandığı temel önermelerden biri ortaya çıkmaktadır: Silahlı mücadelenin günümüz koşullarında artık sürdürülebilir olmadığı ve Kürt siyasetinin yeni bir yönelime ihtiyaç duyduğu…   Bu tarihsel analiz, çağrının somut içeriğini oluşturan PKK’nin feshedilmesi ve silah bırakılması talebini gerekçelendirmektedir. Hükümetten gelen, örgütün kayıtsız şartsız silah bırakması ve kendini feshetmesi isteğini, Öcalan bu çağrıda geliştirilen PKK’nin tarihsel bağlamı içinde tükenmiş bir yapı olduğu teziyle desteklemektedir. Bu nedenle, “PKK kongre ile toplamalı ve kendini feshetmeli” çağrısı, siyasi ve sosyolojik bir zemine oturtularak sunulmaktadır.   Metnin yalnızca bir çağrı değil, aynı zamanda bir teklif olarak görülmesi gerektiğini düşündüren unsurlardan biriyse, geçmişte tartışılan siyasi çözüm stratejilerinin ele alınış biçimidir. Çağrıda ayrı ulus-devlet, federasyon veya idari-kültürel özerklik gibi öneriler eleştirilmekte ve “aşırı milliyetçi savrulmalar” olarak tanımlamaktadır. Bu yaklaşım, sürecin bölünme veya parçalanma ihtimali içerdiğinden endişelenen kesimlere yönelik bir güvence niteliğinde. Başka bir açıdan bakıldığındaysa, Kürt siyasetinin önümüzdeki dönemde mevcut siyasal yapı içinde oynayacağı rolü yeniden tanımlamak için bir zemin oluşturma amacına hizmet etmektedir.   Kürt siyaseti açısından da önemli mesajlar bulunuyor…   Bu bağlamda Öcalan, Kürt hareketinin şiddet yöntemlerini terk ederek demokratik ve meşru mücadele biçimlerini benimsemesini önermektedir. Bunun bir gereği olarak da, çağdaş topluluklar gibi “devlet ve toplumla gönüllü bütünleşme” gerekliliğini öne sürmektedir. Ancak bu bütünleşmenin niteliği konusunda somut bir belirleme yapılmamaktadır.   Metinde demokratik yollar ve ortak yaşam vurgusu ön plana çıkmaktadır. Ancak Kürt siyasetinin bu yeni koşullar altında nasıl bir yapı kazanacağı önemli bir soru işaretidir. Temel bir ilke olarak savunulan “cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırma”, bu minvalde kimliklere saygı, ifade özgürlüğü ve örgütlenme hakkı temelinde şekillenen bir demokratik toplum önerisi biçiminde somutlaştırılmaktadır. Burada, her kesimin kendi sosyo-ekonomik ve siyasi yapılanmasını oluşturabileceği bir çerçeve işaret edilmektedir. Fakat bu noktada kritik bir problem ortaya çıkmaktadır: Geçmişin ulus-devlet, federasyon veya özerklik türünden teritoryal (bölgesel) çözümler eleştirilip milliyetçi savruluşlar olarak reddedildikten sonra “uygun sosyo-ekonomik ve siyasi yapı” içinde gerçekleşecek demokratik kimlik inşası hangi model üzerinden yürütülecektir?   Üstelik kendisi de 20. yüzyıl koşullarında üniter bir ulus-devlet olarak inşa edilen günümüz Türkiye’sinde “yerli ve milli oluş” çerçevesinde yeniden tanımlanan Türk kimliği kapsamında, demokratik bir kimlik kurgusu nasıl bir somutluk kazanacak? İmralı’dan gelen çağrının muhataplarında yankı bulması halinde en temel tartışma konularından biri, bu yeni demokratik düzenin nasıl şekilleneceği olacak gibi. Bu bağlamda hem Kürt siyasetinin hem de devletin geliştireceği tepkiler belirleyici olacaktır.   Abdullah Öcalan'ın çağrısından sonra Türkiye ve Ortadoğu açısından ne tür bir öngörüde bulunabilirsiniz?   Öcalan’ın çağrısı yalnızca Türkiye’nin iç siyasetini değil, aynı zamanda Ortadoğu’daki güç dengelerini ve bölgesel Kürt siyasetinin geleceğini de etkileme potansiyeline sahiptir. Ancak çağrı metninin doğrudan bir çözüm planı sunmaktan çok, belirli bir siyasal çerçeve önerisi ve genel bir yönelim değişikliği sunduğuna dikkat edilmelidir. Bu çerçevede olası etkileri üç temel düzlemde değerlendirmek mümkündür: 1’incisi Türkiye iç siyaseti, 2’ncisi Kürt hareketinin dönüşümü ve 3’üncüsü Ortadoğu’daki jeopolitik dengeler.     Öcalan’ın çağrısı yalnızca Türkiye’nin iç siyasetini değil, aynı zamanda Ortadoğu’daki güç dengelerini ve bölgesel Kürt siyasetinin geleceğini de etkileme potansiyeline sahiptir.   Öncelikle, geçmişteki çözüm deneyimleri göz önüne alındığında, meselenin yalnızca “terör” veya “beka” söylemi çerçevesinde ele alınmasının kalıcı ve etkili bir çözümün önünü açamayacağı açıktır. Bu bağlamda muhalefetin tutumu ve beklentileri kritik bir önem taşımaktadır. Muhalefet için de böyle bir sürecin ilerlemesinden rahatsız olan ve toplumsal hoşnutsuzluğu oya tahvil etmeye çalışan kesimler olsa da, bunların şimdilik güçlü bir siyasi aktör olmanın uzağında olduğu söylenebilir.   Muhalefetin ana gövdesi ise sürece nispeten destekleyici bir yaklaşım sergiliyor. Çağrı metni, Türkiye’de “demokratik toplum” meselesini “barış” ile ilişkilendirerek, kimlik farklılıklarının eşit saygı ve değer görmesi ile bunların uygun bir sosyo-ekonomik ve siyasi yapı kazanması ilkeleri ekseninde ele almaktadır. Ancak Türkiye’de muhalefetin demokrasi talepleri daha çok “yaşam tarzı kaygıları” ve bununla bağlantılı olarak “başkanlık sistemine karşıtlık” merkezinde şekillenmektedir. Pratik politika açısından bu bakış açısının kendisini Erdoğan karşıtlığı üzerinden ifade ettiği de bir gerçek. Önceki çözüm sürecinin başarısızlığa uğramasında, iktidarın hükümet sistemini dönüştürme ve başkanlık rejimine geçiş politikalarına karşı yapılan muhalefetin belirleyici bir rol oynadığı unutulmamalıdır.   Kürt hareketinin yaşayacağı dönüşüme, şiddetin sonlanması ve güvenlik eksenli beka söyleminin nesnesi olmaktan çıkması açısından bakınca, sürecin tartışmasız bir önem taşıdığı görülmektedir. Bunun ülkede genel özgürlük ortamına yapacağı katkıları ve demokrasi üzerindeki uzun vadeli birikimli etkilerinin olumlu olacağı açık.   Kısa vadedeyse, Kürt hareketinin Türkiye’nin demokratik güçleri içindeki yerinin tayin edilmesindeki göreli olarak gerilimli bir pozisyonun açığa çıkması ihtimali vardır. Süreç önemli bir terslikle karşılaşmadan ilerlerse, söz konusu gerilimin barışçıl çözüm sürecinin yürütücü gücü olan Cumhur İttifakı bileşenlerinin siyasi beklentileri ile demokratik muhalefetin geliştirdiği beklentileri dengelemek önem kazanacaktır. Bahçeli “Barıştan herkes kazanır” demişti. Elbette Türkiye’nin de Ortadoğu’daki bölgesel siyasette belli kazanımları olacaktır. Ancak Cumhur İttifakı’nın beklentilerinin bununla sınırlı olmadığı, iç cephe olarak tarif ettikleri “kardeşlik hattı” ile güçlü ve büyük Türkiye davasının lideri olarak Erdoğan’ın başkanlık konumunun korunması arasında güçlü bir ilişki kurulduğu da açık bir gerçek.   Bu gerilimli sürecin yönetimi, Kürt hareketinin yeni siyasi dengeler içinde nasıl konumlanacağı ve yaşayacağı dönüşümün yönünün belirlenmesinde etkili olacaktır. Nitekim muhalefetin toplumsal tabanının Erdoğan karşıtlığı üzerinden gelişmekte olan çözüm sürecine yabancılaştırılması ve giderek statükocu bir tepkinin öznesi hâline getirilmesi de pekâlâ mümkün. Bu bağlamda, özellikle muhalif güçler içinde gelişen statükocu ve değişim karşıtı tepkiler ile Türkiye’de özgürlükçü ve gerçek bir demokratik dönüşüm özlemiyle iktidar politikalarına mesafelenen kesimlerin tepkileri arasında ayrım gözetmek büyük önem taşımaktadır. Örtülü veya açık bir statükoculuğun, uzun vadede demokratikleşmeyi sağlayabilecek böylesi bir gelişmenin önüne engel çıkarması riski mutlaka dikkate alınmalıdır. Barışın, muhalefetin demokratik kesimlerini de içeren geniş kapsamlı bir toplumsal mutabakat zemininde yeşerebilmesi için sürecin şeffaf bir biçimde yürütülmesi ve toplumun doğru bilgilendirilmesi büyük önem taşımaktadır.   Ortadoğu’da değişen dengeler ve Türkiye’nin bu süreçte kendini yeniden konumlandırması en başından beri sürecin ilerletilmesinde kilit rol oynayan konulardan biri oldu. Barış yönünde atılan adımın bölgede kronikleşen şiddet dinamiklerinin çözülmesinde önemi bir adım olacağı açık. Ancak bölge devletleri arasındaki ilişkiler açısından bakınca tablonun henüz çok net olduğunu düşünmüyorum. Suriye’de yaşanan değişim, İran’ın bölgede etkili bir güç olmaktan çıkmasının yarattığı jeopolitik fırsatlar ve İsrail’in izlediği yayılmacı dış politika karşısında hükümetin Türkiye’de bir “iç cephe” kurma ve Kürt sorununun barışçıl çözümünü de bu çerçevede konumlandırmak istemesi bilinen bir gerçek. Türkiye’nin bölgesel bir güç olarak dünya siyasetinde güç kazanma hedefiyle bu “iç cephe” inşa etme politikası uyumlu gibi gözüküyor. Öte yandan, Suriye’de YPG’nin konumu ve geleceği devletin öncelikli güvenlik hassasiyetleri arasında yer alıyor. Bu konuda belli açıklamalar gelmekle birlikte henüz bir netlik oluşmuş da değil. Son olarak, Irak’ta Bölgesel Kürt Yönetimi’nin de çağrı karşısında olumlu bir tutum içinde olduğu ve sürece katkı yaptığı anlaşılıyor. Tüm bunlar bir yana, 40 yılı aşkın bir süredir devam eden bir çatışma dinamiğinin barışçıl bir şekilde sonuçlandırılmasının şiddet ve savaşlardan yorgun düşmüş Ortadoğu halkları adına önemli bir kazanım olacağını söylemek yanlış olmaz.   Kamuoyunda özellikle devlet kanadının atması gereken adımlara ilişkin tartışmalar var. Bu anlamda devletin atması gereken adımları sıralayacak olursak neler söyleyebilirsiniz?   Devletin bu konudaki tutumu, önceki çözüm süreciyle ilgili deneyimlerinden ötürü, ziyadesiyle ihtiyatlı görünüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AKP’nin 8. Olağan Kongresi’nde bu süreçle ilgili yaptığı değerlendirme, söz konusu tutumu iyi özetliyor: “En iyiyi ümit etmek, en kötüsüne hazır olmak.” Dolayısıyla, kayıtsız şartsız silah bırakılmasını ve örgütün kendini feshetmesini sürecin geliştirilmesi açısından tartışmaya açık olmayan bir ön koşul olarak belirlemiş durumdalar. Bir çözüm inisiyatifi geliştirmiş olmalarına rağmen, bugüne kadar uygulanan politikalarda bir değişiklik yapma yoluna gitmemelerini bu çerçevede anlamak mümkün gözüküyor. Tutuklamaların, kayyım atamalarının ve ifade özgürlüğü önündeki engellerin varlığını, devam eden “terörle mücadele”nin doğası gereği kaçınılmaz önlemler olarak savunuyorlar. Hatta bu politikaları, kararlılıklarının bir göstergesi olarak öne sürüyorlar.   Çağrı metninin hükümet kanadının taleplerini karşılayan bir nitelikte olduğunu, Efkan Ala’nın “Biz sonuca bakarız” yönlü açıklamasından da anlayabiliyoruz. Çağrının bu şekliyle kendisinden beklenen sonuçları verinceye ve “güven sorunu” aşılıncaya kadar, hükümet kanadından yeni bir adım beklemek bu açıdan gerçekçi görünmüyor. Nitekim Cumhurbaşkanı, kongrede yaptığı konuşmada “daha sağlıklı bir tartışma zemininin kurulması” için ön koşulların karşılanması gerektiğini özellikle vurguladı. Ancak, bu aşamaya ulaşıldığında, sorunun çözümü için gerekli siyasi ve hukuki girişimlerin hükümet tarafından da başlatılması gerektiği; dolayısıyla, mevcut politikaların değişmesi işin mantığı gereği beklenilebilecek bir şey.   AHMET MURAT AYTAÇ KİMDİR?   1971 Mardin doğumlu olan Ahmet Murat Aykaç, 2001-2017 yılları ardında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yrd. Doç. olarak görev yaptı. "Bu Suça Ortak Olmayacağız" başlıklı barış bildirisini imzaladığı için 2017'de KHK ile görevinden ihraç edildi. 2023 yılında mahkeme kararıyla tekrar görevine iade edildi. Ailenin Serencamı, Kitlelerin Ruhu adlı eserleri kaleme almanın yanı sıra Göçebe Düşünmek adlı kitabın ortak editörlüğünü yaptı. Siyaset felsefesi, demokrasi kuramı ve siyasal davranış alanlarında makaleler, kitap bölümleri ve gazete yazıları yazdı. çalışmalarını bu alanlarda yürütmeye devam ediyor.   MA / Ahmet Kanbal