Özgürlüğü zaman ve mekana sığdırmayan kadınlar

  • kadın
  • 09:05 22 Kasım 2021
  • |
img

HABER MERKEZİ - Cezaevlerini “direniş kalelerine” çeviren tutuklu kadınlar, iktidarın gidişini sağlayacak olanın yine cesur kadınlar olduğunu belirtti. 

İktidarların baskı, korku ve sindirme mekanları olarak inşa ettikleri ve “ıslah” adı altında işkence başta olmak üzere her türlü hak ihlalinin yaşandığı cezaevleri, politik tutukluların tarihsel direnişiyle “mücadele mekanlarına” dönüştürüldü. Fiziki özgürlükleri ellerinden alınan tutuklular, özgürlüğün zaman ve mekana sığdırılamayacak kadar geniş bir kavram olduğunu yaşam biçimleriyle anlatırken, cezaevlerinden yükselen direniş, tüm topluma moral vermeye devam ediyor.   
 
Dört duvar arasına sıkıştırılmak istenen politik kadın tutukluların direnişi tarihe yön verirken, idam, işkence, fişleme ve insanlık dışı uygulamaların yaşandığı 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nin ardından “direnişin kadın yüzü” olarak karanlığa bir ışık yaktı. Cezaevlerinden yükselen bu ışık ise, işkencenin her türlüsüne bir “ah” demeyen kadınların tarihi olarak kayıtlara geçti. Her türlü hukuksuzluğun karşısında duran kadınlar, direnişin öncüsü olmayı sürdürüyor. 
 
Yaşamlarının yarısından fazlasını cezaevinde geçiren kadınlar, Mezopotamya Ajansı’na mektup aracılığıyla ulaşarak, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü dolayısıyla özgürlük ve kadın direnişinin ne ifade ettiğini değerlendirdi. 
 
Bakırköy Kadın Kapalı Cezaevi’nde 19 yıllık tutuklu bulunan Hatice Duman ve aynı cezaevinde tutulan 20 yıllık tutuklu Fatma Tokmak’ın kaleme aldığı mektubu olduğu gibi yayınlıyoruz. 
 
HATİCE DUMAN 
 
“19 yıldır hapishanedeyim. Hapishanede olduğum süreyi bir cümlede söylemek bazen tuhaf geliyor. Nihayetinde ömrümün yarısından bahsediyorum. Dışarıdayken bir ömür hapishanede geçireceğimi düşünürdüm. Ancak gerçeğe dokunmanın farklılığını yaşayarak gördüm. Bundan dolayı çoğu zaman kendimi keşif yolcusu gibi hissettim. Soruları ve yanıtları içinde bulunduran bir okyanusta yol almak gibi belki de. Hapishaneye geldiğimde ilk sorum, ‘bizi bunca yıl neden hapishanede tutuyorlar’ olmuştu. Elbette mücadele ettiğim rejimin siyasi ve ideolojik niteliğini biliyordum. Hapishane de, mücadelenin sonuçlarından biriydi. Ancak sadece genelde kalan bir tespit insanı daha çok fiziksel alana odaklıyor. Oysa hapishane bunun ötesinde sistematize edilmiş bir mekanizmayı ifade ediyor. İhtiyacı karşılamaktan uzak, dar bir mekan, dar bir kapı, aparatlardan dışarıyı zor görebileceğiniz bir pencere yaşamını fiziki olarak kapatmış durumda. Bununla birlikte yaşamın tüm anlarını kontrol etme ve yönetme üzerinden şekillenmiş uygulamalar. Entelektüel gelişimin tüm kanallarını tıkamaya çalışan yaşamın her anını görmek isteyen, buna müdahale eden bir zihniyet. Hapishane bunların toplamı aslında, uygulamalar çoğu zaman akıl sınırlarını da zorluyor. Bir keresinde aramaya gelen bir yetkili “Mantık cezaevinin kapsından girdiğiniz an bitiyor” demişti. Bu hapishaneleri özetleyen bir cümle. Tabi rejimin kendi bekası açısından içinde olduğu durumu da ifade ediyor.  
 
ÇAKILAN KİPRİT CİHANI AYDINLATTI
 
Diğer yandan bu saldırı politikalarına karşı muazzam bir direniş geleneği var topraklarımızda. 1980’de Amed Zindanı’ndaki direniş mesela. Orada aynı zamanda hapishanenin müdürü olan Esat Oktay Yıldıran’ın tutsaklara, ‘Sizleri teslim aldım ama ruhlarınızı teslim alamadım’ sözleri bu direniş geleneğinin özetini anlatıyor. Ruhun teslim alınamadığı bir yerden, nasıl bir direnişin ortaya çıktığını ve dünyayı etkilediğini görüyoruz zaten. Dahası, bir hücreden çakılan bir kibritin cihanı nasıl aydınlattığını da biliyoruz. Rejimin korkusunun nedeni de bu aslında. Bundandır ki hapishane politikalarını bu tarihsellik üzerinden yeniden inşaa ediyor. Kuşkusuz bizde de bu bakış var. Ancak bu herşeyin kalıplar halinde hazır olduğu anlamına da gelmiyor. Yaşamın tüm ayrıntısına sızan bir sistematikten bahsediyorsak eğer, direniş de aynı düzeyde olmalı, hatta onu aşmalıdır. Savunduğumuz amacı bu bakımdan tüm ayrıntılarda anlamlandırmamız gerekiyor. Bu da kominal bir yaşam tarzında cisimleşmektedir. Yaşamı her bakımdan yenileyerek üretmeye gayret etmemiz de bundan. Dahası fiziksel sınırları aşmak, sınırsız bir hayal gücüne de tekabül eder. Bugünün ve geleceğin perspektifine odaklanan bir hayal gücü bu aynı zamanda, bu durumda küçük bir mekan değil, bir dünyanın parçası haline gelebiliriz. Toplum ve doğayla da ilişkiyi buradan kurabiliriz. 
 
SORGULAMA ZEMİNİ
 
Burada günlerin hızla geçip gidişi, beni şaşırtıyor. Elbette bunun bir yanı sürekli bir üretimin, paylaşım zemininin olmasıdır. Her tutsak kendi özgünlüğünü, farklılığını açığa çıkarıyor bu zeminde. Zaman hızla geçse de yoğun düşünebilme, derinlemesine inme şansını buluyoruz. Diğer yan ise, tutuklanmaların yoğun olmasıyla mekanda oluşan sirkülasyonun bir yenilenme yaratmasıdır. Dolayısıyla dışarıdaki yaşamın akışına hakim olabiliyoruz. Kabul edelim ki, hapishanede uzun kalmaktan kaynaklı bazı kalıpsal özelliklere sahip olabiliyoruz. Mesela içeri 20 yıl önce gelmişseniz o zamanın ruhunu taşıyorsunuzdur. Tarihsel bellek açısından bunun çok kıymetli yanları da var tabi. Sirkülasyon bu yönüyle de statükoları sorgulatma zemini sunuyor bize. Gerçi x ve y kuşaklarını başta anlamakta zorluk çektik. Paylaşım arttıkça içinde yaşadığımız yaşamın özeliklerini farklılıklarını anlamaya başladık. Sanırım genel olarak mücadelede, buradan oluşturacağımız sentez bizim için yenileyeci olacaktır. Kalıplardan çıkıp dünyamızın genişlediğini yaptığımız etkinliklerden görüyoruz. Beste yapmak, dans gösterileri bunlardan bir kaçı. Belgesellerde yerli halkların danslarını dikkatle takip edip, bunu bir gösteriye dönüştürmüştük. Başarabilmekten çok, bu alanların ruhuna dokunabilmek çok güzel. 
 
Dışarıdaki hayatın hızı şaşırtıcı düzeyde, hapishane ve dışarının hızını yakın zamanda karşılaştırma şansın olmuştu. Yakın zamanda ağabeyimin vefatı için hapishaneden çıkıp Malatya’ya gitmiştim. Bir gün içinde havaalanına gidip uçağa bindim, üç saat orada kaldıktan sonra yine tekrar uçakla gerisin geri, hapishaneye döndüm. Bir gün içinde yaşanan bu hız şaşırtmıştı beni. Bir parça da ürkütücü, daha bir şeyi göremeden diğer şeye geçiyorsunuz. Gördüklerim üzerine düşünme süresi çok kısa.  
 
ÖZGÜRLÜK VE MEKAN 
 
Özgürlük ve mekan arasındaki bağ, hapishanede en çok üzerine düşündüğüm konu olmuştur. Sürekli kapalı küçük bir makanda yaşama zorunluluğu buna itiyor bazen sizi. Hapishanede yaşamın ilk yıllarında özgürlüğü bu mekanın dışında kurgular, buna göre düşünürdüm. Ancak burada yaşamaya başladıkça fiziksel öğelerden arınmaya, özgürlüğü düşünsel bir alana taşımaya başladım. Tabi bazı anlar bu tartışmayı daha yoğunlaştırıp, farklı bir düzleme taşıyabiliyor insanı. Suruç Katliamı, Cizre bodrumlarından gelen çığlıkların ruhumda yarattıkları benim için böyle anlardı. Bütün dünyanın sessizleştiği, demir parmaklıkların kalınlaştığı bir dönemde kendimi ziyadesiyle tutsak ve çaresiz hissetmiştim. İşte içime düşen bu sessiz boşlukta özgürlük algımı ve yaşama biçimimi yeniden tarttım. Makanı yeniden sorguladım ve özgürlüğün fiziksel bir mekan içinde anlam kazanamayacağını daha iyi anladım. Bu bakımdan özgürlüğü fiziksel mekanlarla sınırlamak insanın kendi içinde inşa ettiği hapishanenin bir yansıması oluyor. Tutsaklığı da ancak bu hapishaneyi fark edip, ortadan kaldırmak kavgasına girerek, aşıyoruz sanırım. Ayrıca 22 yıl bir hücrede tek başına bir hayat akabiliyorsa, oluşturulan yaşam tarzı ile dışarıdaki yaşama güçlü katılıyorsa bundan öğrenilecek bir hayat olduğunu vurgulamak isterim. 
 
KADIN İRADESİ 
 
19 yıldır sürekli kadınlarla yaşıyoruz. Cins çelişkisini her bakımdan görebilme ve kendini bunun içinde değerlendirme fırsatı bu aynı zamanda. Kadın mücadelesini öncelikli olarak ele almamı da sağladı bu koşullar. Sanırım buradaki sürenin büyük bir çoğunluğunu da kadın özgürlük tarihine ayırdım. Bundan dolayı da dışarıda zorlu bir mücadele içerisinde olan kadın hareketini yakından izlemeye çalışıyorum. Dışarıda oluşan kadın iradesinin karşısında heyecanlanmamak mümkün değil, ister hapishanede olsun isterse dışarıda kadınlar özgürlük ve mekan arasındaki diyaliktik bağı kurup sisteme de bu doğrultuda güçlü eleştiri sunuyorlar. ‘Kadınlar durursa dünya da durur’ somutlaşan bu irade aslında. Bu irade diğer toplumsal hareketlere de hep bir dinamik katıyor. Bu noktada ırkçılığa ekonomik sömürüye doğa talanına karşı en tutarlı mücadeleyi de kadınlar veriyor. Ancak topraklarımız bakımından ırkçılık ve cinsiyetçilik arasındaki bağın biraz daha çözümlenmeye ve buna karşı bir mücadele yürütmeye ihtiyaç var. Barış mücadelesi de bu zeminden gelişiyor. Aynı şekilde direnişimizin meşru savunma boyutunu da yaşamın bütün savunma alanlarında ele almamız gerekiyor. Nihayetinde biz sadece eşitlik istemiyoruz, aynı zamanda her alanda ataerkil kapitalizmin yarattığı erkek tarzını eleştirerek kendi tarımızı da kurmak zorundayız. 
 
Hapishanede olmak inandığımız değerler için mücadele etmemize engel değil. Mücadelenin birçok boyutu var nihayetinde. Hapishanedeki kadınlar bu bakımdan güçlü katkılar sunabilir. Bunun görünürlüğü için dışarıyla daha çok bağa ihtiyaç var. Dışarıdaki kadın hareketinin içerinin potansiyelini hem yönlendirmesi hem de daha çok görmesi gerekiyor. Karşılıklı bir ilişki kadın mücadelesine daha güç katacak. 
 
ÖFKEYİ ÖRGÜTLEMEK 
 
Her gün 3 kadının katledilmesi inanılmaz öfkelendiriyor beni. Eğer sadece bu öfkeyle baş başa kalsaydım, aklımı yitirirdim. Ancak katliamların nedenini bilmek öfkeyi sağlıklı bir zeminde kanalize ediyor. Nihayetinde her sistem önce kadınları vurarak kendini inşa ediyor ve devamını sağlamayı amaçlıyor. Özellikle erkek krizinin yaşandığı dönemlerde kadınlara yönelik tam bir cins kırımı gerçekleşiyor. Kapitalist ataerkilliğin ilk inşa döneminde ‘cadı avlarıyla’ milyonlarca kadının katledilmesi bundandı. Zira kadınlar örgütlüklerini güçlendirip kitlesel olarak mücadeleye girdiklerinde, muktedirlerin de korkulu rüyası haline geliyorlar. Dahası, aynı mukterdirlerin her evde yansıması haline gelen erkeklere karşı da kadınlar başkaldırıyor. Aynı zamanda İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasıyla birlikte kriz yaşayan erkeklik de kurtarılmaya çalışılıyor. Bunun karşısında kadınlar hem küresel boyutta, hem de topraklarımızda mücadele ediyor. 21’inci yüzyıl kadın ve özgürlük mücadelesi oldu. Tabi bu kendimize yönelik eleştiri zeminin ortadan kalktığı anlamına gelmez. 
 
KENDİMİ GECE YÜRÜYÜŞÜNDE HAYAL EDİYORUM
 
Yakın zamanda İstanbul Sözleşmesi’nin iptaline ilişkin protestolar yaygındı. Ancak sözleşmeyi korumak, protestonun ötesine geçen bir hareketi gerektiriyordu. Kadın hareketinin içinde bölünme, dar grupsal kaygıları tartışmamız gerekiyor diye düşünüyorum. Bu tarz yaklaşımlar kadın hareketinin gücünü de zayıflatıyor. Bunları aşacağımıza inanıyorum. 
Son olarak, 25 Kasım’da bir gece yürüyüşünde hayal ediyorum kendimi ve buradaki tüm kadınları. Bu hayal nerede olursak olalım sesimizi de sözümüz de güçlendirecek. Bu bakımdan direnişi kuşanan kadınları selamlıyorum.”
 
FATMA TOKMAK  
 
“Yaklaşık 20 yıldır cezaevindeyim. İçeride yada dışarıda, bir kadın eğer mücadele ediyorsa makanın bir önemi yok. İçeride olmak bedenimizi yıpratıyor ancak mücadele iradesi varsa size hiç bir şey olmuyor. Ben aynı zamanda bir anneyim ister istemez anneliğin verdiği bazı zorluklar yaşanıyor. Beni en çok etkileyen şey çocuğumun dışarıda yalnız olması, onun yanında olamamak. Cezaevinde olmak mücadele etmeme engel değil bir şekilde irademi ortaya koyuyor ve direniyorum. 
 
Tabi yıllar içinde mücadelenin paradigması değişti. Süreci anlamak adına sürekli okuyoruz. Biz bir bedel ödüyoruz. Peki dışarıdakiler ne yapıyor? Birçok kadın derneği var. Kadına yönelik o kadar çok şiddet var ki, cezaevinde televizyon dahi açmak istemiyoruz. Pratikte bu şiddete ne kadar engel olabiliriz ki. Ancak dışarıdan bu şiddet engellenebilir. Dışarıdaki kadın mücadelesini eksik görüyorum. Doğurduklarımız bizi öldürüyor, ancak çözümsüz kalınıyor. Dışarıda kadınlar açısından birlik göremiyorum. 
 
İKTİDARIN GİDİŞİNİ KADINLAR SAĞLAYACAK 
 
Karadeniz illerinde ya da Konya, Kayseri gibi illerdeki cezaevlerinde tutulan kadınların dışarıyla iletişimi neredeyse yok denilecek kadar az. Kadın örgütleri cezaevlerinde bulunan kadınlarla iletişime geçmeli, onlarla etkili bir şekilde dayanışma içerisinde olmalı. Mektup aracılığıyla iletişime geçilmeli, yalnız olmadıkları hatırlatılmalı. Kadın örgütleri kendi aralarında bölünmemeli, birleşerek kadın hakları konusunda toplumu ve hükumeti daha fazla zorlamalılar. 
 
İçeride bedenlerimiz tutsak ediliyor, benim için özgürlük kadınların öldürülmediği, çocukların öldürülmediği eziyet edilmediği, her yerde korkusuzca gezebildiği bir dünya. Özgürlük bedensel bir şey değil. Ahlaklı ve politik eğitimli bir toplum olmalı öncelikle. Ama bu iktidar tüm alanları daha fazla yozlaştırıyor. İktidar öyle bir tahribat yarattı ki 100 yıl içinde bile düzelmez. Resmen koca bir enkaz yarattı. Ancak bu iktidarın gideceğine inanıyoruz. Onun gidişini cesur olan kadınlar sağlayacak.”
 
MA / Arjin Dilek Öncel