ANKARA- Diyarbakır, Suruç ve 10 Ekim Katliamını konu edinen belgeseli, “Ölüm Ne Yana Düşer Usta” adıyla kitaplaştıran Gül Büyükbeşe, "Bir hafıza oluşturmak zorundayız. Kalanların gidenlere borcu var” dedi.
Ankara’da, 10 Ekim 2015 tarihinde DAİŞ tarafından yapılan katliam üzerinden 6 yıl geçti. Emek ve demokrasi güçlerinin Gar Meydanı’nda düzenlediği ve canlı bomba saldırısı sonucu 104 kişinin yaşamını yitirdiği mitinge katılan Gül Büyükbeşe, Diyarbakır, Suruç ve Gar katliamlarını ele aldığı “Ölüm Ne Yana Düşer Usta” belgesel filmini kitaplaştırıldı.
Yönetmenliğinin Büyükbeşe yapımcılığını ise Sibel Tekin’in yaptığı 2019 yapımı belgesel filminin kitabı aynı isimle okuyucuyla buluştu. Büyükbeşe, yeni kitabına ve 2015’teki katliamlar silsilesine ilişkin Mezopotamya Ajansı’nın (MA) sorularını yanıtladı.
Diyarbakır, Suruç ve 10 Ekim Gar Katliamını konu edinen belgeseliniz kitaplaştırıldı. Sizinle yeniden o günü hatırlatalım. Yaşadığınızı, duygunuzu paylaşır mısınız?
Diğerlerinde değil ama Ankara Gar Katliamı’nda alandaydım. Diyarbakır Katliamı’nı duydum ve sonra görüntülere baktığım anda şaşkınlık ve dehşet içinde olduğumu anımsıyorum. Gördüklerimi anlamlandırmakta hayli zorluk çekmiş ama o telaşın ve korkunun ortasında kitlenin kürsüden verilen direktifleri dinleyerek, koridor oluşturabilmesinden ve böylece yaralıların hızla tahliye edilebilmesinden çok etkilenmiştim. Suruç Katliamı’nı ise önce Twitter’da gördüm. Okuduğumu idrak edebilecek kadar bir süre geçtikten sonra hissettiğim acıyı bugünmüş gibi hatırlıyorum. O acıyı bir daha hiç unutmadık. ‘Bu iş hiç iyiye gitmiyor, belli ki böyle şeyleri yaşamaya devam edeceğiz’ diye düşündüğümü de hatırlıyorum belli belirsiz. Kan, çığlık, gözyaşı, keder, öfke… Öyle de oldu; Ankara Katliamı’nda cehennemi yaşadık. O gün orada gördüklerimizi, tecrübe ettiklerimizi hiçbir canlının yaşamaması en büyük dileğim…
Peşe peşe patlamalar büyük bir korku ve panik havası yarattı. Belgesel sürecinde katliamda sağ kurtulanlarla yaptığınız görüşmelerde bu durumun insanlar üzerinde nasıl bir etki bıraktığını gözlemlediniz?
Katliamlar dehşet yaratır; doğrudur. Üstelik yaşananlar sadece katliamın öznesi olanlar için değil, doğaldır ki toplumun tüm kesimleri için dehşet vericidir. Etkisi yoğundur, caydırıcıdır. Kitlelerin kendi içine kapanmasına neden olur. Bunların hepsi doğru, tamam. Ancak tek tek bireylerin ve halkların yüreklerine sinmiş korku ve keder bu dehşetten çare umanlar için ancak kısa vadede sonuç verebilir. Çünkü insanların da halkların da yaslarını yaşayıp eninde sonunda korkudan sıyrılacakları kesindir. Yani bence böyle bir dehşeti planlayanlar için -kişiler, kurumlar, örgütler- uzun erimli bir kazanç söz konusu olamaz. Kitleler sonsuza kadar sindirilemez. Olsa olsa bu dehşeti planlayan ve örgütleyenler kendileri birer canavara dönüşür.
Asıl faillerin hala hiçbir ceza almaması, Suruç Katliamı’ndan kurtulan gençlere “terörist” muamelesi yapılması, katliamlardan kurtulanların hala hukuk mücadelesi veriyor olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bana kalırsa, bu pratiklerin tümü yargıya ve adalete güvenmenin hayli zor olduğunu söylüyor. Çok değil, yaklaşık bir ay önce, basında Türkiyeli askerlerin yakılma emrini veren DAİŞ militanının Antep’te yaşadığını, kuşçuluk yaptığını ve tutuksuz yargılandığını öğrendik. Hemen sonrasında Ankara Katliamı Avukat Komisyonu Üyesi avukatlar bir basın bülteni hazırladılar ve bu kişiye benzer onlarca kişiyi tek tek isimleri ve durumlarıyla sıraladılar. Bu DAİŞ militanlarının hemen hepsi rahatça ve elini kolunu sallayarak yaşamaya devam ediyordu. Katliamlar öncesinde Antep’te bütün katliamların planlayıcısı ve örgütleyicisi olan DAİŞ Antep yapılanmasının önde gelen isimlerinin de, teknik takip altında olsalar bile, rahatça yaşadıklarını biliyoruz. Sadece bugün de değil, hemen her zaman adaletle ilişkimiz hep bir kovalamaca biçiminde seyretmedi mi? Hep peşindeyiz adaletin. Bunları söyledikten hemen sonra bir cümle daha kurmak gerek: hukuka da, adalete de ulaşma çabası bir mücadele alanıdır. Adaleti de, adaletsizliği de bulacağımız, göreceğimiz yer hukuk dediğimiz kurumun içinde zira bazen bize dehliz gibi gelse de. Vazgeçemeyeceğimiz bir mücadele bu.
Bu ülkede yaşanan tüm katliamların hedefinde Kürtler, ötekiler, sol-sosyalist çevreler, demokratlar, aydınlar oldu. Bunu nasıl ifade ediyorsunuz ve ne yapılmalı?
Öyledir, hep ve her yerde öyle olmuştur. Katliamların öznesi hep ‘öteki’dir. Karar vericinin ötekisi… Sadece bu coğrafyada değil hemen her yerde, yaygın kural bence bu. Üstelik öteki olmak için sizin bir şey yapmanız gerekmez; siyasi görüşünüz ya da etnik kimliğiniz ya da dinsel kimliğiniz ya da bazen cinsiyetiniz, bazen biyolojik cinsiyeti reddediyor oluşunuz, bazen teninizin, bazen saçınızın rengi öteki yapar sizi. Okuduğunuz kitaplar, söylediğiniz sözler de öteki yapar. Öteki olmak sizden hayli bağımsız bir durumdur. Bir yandan da ötekinin kim olduğu ziyadesiyle konjonktüreldir, koşullara bağlı oluşur. Bazen siz öteki olursunuz, bazen beriki… Çünkü her karar vericinin/kural koyucunun bir ötekiye ihtiyacı vardır, kimi kez kendi kitlesini konsolide etmek için, kimi kez toplumsal bir tehdit yaratabilmek için. Farklı nedenlerle, ama hep yönetebilmek için... Bence burada sanırım önemli olan bütün ‘öteki’lerin bir araya gelmesi, bir arada durması; hangi öteki olduğundan bağımsız olarak. İnanıyorum ki; baskı ve tehdit ancak omuz omuza aşılabilir.
Belgeselin kitaplaştırma sürecini biraz anlatır mısınız, ne zaman karar verdiniz ne düşündünüz?
Bu kitabı yazmayı henüz aynı isimle yaptığımız film üzerinde çalışırken düşünmeye başlamıştık. Söz görüntüden taşınca, bir de kitap yapma fikri oluştu. Yaşadığımız süreç o denli kötü, tanık olduklarımız o denli dehşet verici ve acımız o denli tazeydi ki, kullanabileceğimiz bütün mecralarda bu sözü kurmak, bir hafıza oluşturmak zorundayız. Öyle düşünüyorum. Yani ayrıca şarkı söyleyebilseydim, bir de şarkı yapardım ya da resim yapabilseydim bir de resim. Bu acının unutulmamasını sağlayacak bütün araçlara şiddetle ihtiyaç var. Kalanların gidenlere borcu bu. Filmi yaparken dinlediğimiz tanıklar, hikayelerine ortak olduğumuz sevgili insanlar; bu üç büyük katliamda yaralananlar, sevdiklerini alanlarda bırakanlar, orada olup cehennemi görenler… Onlarla karşılaşmak bu sürecin hem en zor hem de en zenginleştirici yanıydı. Bizimle hayallerini, hatıralarını, acılarını paylaştılar. Bu kitap da, film de onlar için yapıldı.
Okuyucu kitabın sonunda neyi bulmuş olacak?
Umudu bulmalarını umuyorum. Diyarbakır Katliamı’nda iki bacağını kaybeden ve çok zor geçen tedavi süreci henüz tam bitmemiş olan sevgili Lisa Çalan ‘Bir gün iyiysem, neden kalkıp halay çekmeyeyim?’ diyor. Bu cümleden daha umut dolu az cümle duydum. Ya da Suruç Katliamı’nda annesini ve ağabeyini kaybeden sevgili Sinem Kılıç bugün bile ‘bir çocuğun gülüşü için’ her yere gidilebileceğini söylüyor. Bunlar da umut aşılamazsa insanlara, bilmem ki başka ne umut aşılar? Özellikle 10 Ekim aileleri ile sonraki süreci de birlikte izledik ve hep yan yana olduk. Hep de olacağız. Hem Diyarbakır hem Suruç ve hem de Ankara katliamlarının ardından, acıların kardeş yaptığı bir büyük aileden bahsedebiliriz sanırım. Kendimi de o büyük ailenin bir üyesi olarak görüyorum.
Aradan 6 yıl geçti, ama öyle anlaşılıyor katliam pratiği ve yargılama süreçleri hiç değişmedi. Bu demek oluyor ki, bizlerin; yazan, çizen, çeken, kayıt tutanların işi henüz bitmedi.