AMED - Komisyonun vakit kaybetmeksizin Abdullah Öcalan’ı dinlemesi gerektiğini belirten Prof. Fazıl Hüsnü Erdem, sürece dair ilk elden yapılması gerekenlere işaret ederek, “Somut olarak atılabilecek adım çok. Yeter ki böyle bir irade ortaya çıksın” dedi.
Kürt sorunun çözümü noktasında gelinen aşamada mecliste 5 Ağustos’ta Mili Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu kuruldu. Komisyon başta çatışmalı süreçte hayatını kaybedenlerin aileleri olmak üzere birçok kesimi dinledi. Bu kapsamda komisyon 2 Ekim’de hukukçuları dinledi.
Komisyonun dinlediği isimler arasında yer alan Anayasa Profesörü ve Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim üyesi Prof. Dr. Fazıl Hüsnü Erdem, süreçte gelinen aşama, komisyonun görev ve sorumlulukları ile atılması gereken adımlara dair sorularımızı yanıtladı.
Öncelikle Devlet Bahçeli’nin DEM Parti sıralarına giderek el uzatmasından bu yana gelişen süreci nasıl görüyorsunuz?
1 Ekim 2024’te Sayın Devlet Bahçeli’nin DEM Parti grup sıralarına gidip eşbaşkanlarla tokalaşması, o güne kadar beklendik bir şey değildi. 22 Ekim’de, “Öcalan gelsin Meclis’te örgütüne silahları bırakma çağrısı yapsın, umut hakkından yararlansın” demesiyle birlikte ciddi şeylerin var olduğunu, Devlet Bahçeli’nin 1 Ekim çıkışının rastlantısal bir çıkış olmadığını, bu sürecin bir parçası olduğunu öğrendik. Bu hem Türkiye hem Kürt kamuoyu hem de dünya için radikal, beklenmedik, şaşırtıcı bir çıkıştı. Nitekim bu çıkışın arkası geldi. Sonuçta Abdullah Öcalan, PKK’nin lideri olarak örgütüne çağrı yaptı. Örgütte bu çağrıya uydu ve hem kendisini feshetme hem de silahsızlanma kararı aldı. Bunun akabinde de Temmuz ayı içerisinde de ilk sembolik silah yakma olayını gerçekleştirdi. Bunu silahların topyekun bırakılacağına ilişkin iradenin bir parçası veya bir göstergesi olarak yaptı. Bu süreç içerisinde Meclis’te bir komisyon oluşturulup oluşturulmaması konusu tartışıldı. AKP cenahı biraz mütereddit, ihtiyatlı davrandı. Ama acilen bir komisyonun oluşturulmasının gerekliliğine ilişkin çıkışlarla birlikte Meclis’te komisyon oluşturuldu. Bu komisyonun oluşturulması sürecin resmiyeti açısından çok önemliydi.
Mesela 2013-2015 arasında Akil İnsanlar Heyeti oluşturulmuştu. Bu Akil İnsanlar Heyeti’yle ya da o süreçle bu süreç mukayese edildiğinde, bir takım farklılıklar var. Bu farklılıklardan biri de bizim Akil İnsanlar Heyeti olarak hazırladığımız raporların hiçbirinin resmi bir kaydının olmaması. Oysa bu süreçte komisyonda birçok kesim dinlendi. Özellikle çatışmalı süreç içerisinde acı çeken, evlatlarını kaybeden, yaşadığı toprakları terk etmek durumunda kalan, yaralanan, ölen her kesimden insanlar vardı. Bunların aileleri dinlendi. Bir anlamda komisyon bir hakikatle yüzleşme işlevi yerine getirdi. Toplumun farklı kesimleri dinlendi ve bu dinlemelerin tümü kayıt altına alındı. Kayıt altına alınması önemli.
Bundan sonrası için ne yapılmalı?
Bundan sonra yapılması gereken, bu silahları bırakma kararının gerektirdiği hukuki adımların atılmasıdır. Muhtemelen Meclis’teki bu komisyon bir ya da iki kez daha toplanacak. Ondan sonraki süreçte de artık bu komisyon asıl görevi olan bu silahsızlanma sürecinin gerektirdiği gerekli adımlara ilişkin bir rapor hazırlamak olacaktır. Çünkü bu komisyon TBMM nezdindeki ihtisas komisyonlarından biri değil. Gayri resmi bir komisyondur. Bu iş için oluşturulmuş bir komisyondur. Dolayısıyla böyle bir yetkisi de yok ama bir rapor hazırlamak suretiyle Meclis’i harekete geçirme gücü var.
Komisyonun Meclis’i harekete geçirebilecek raporu hazırlayabileceğini söylediniz. Bu rapor nasıl bir rapor olmalı, Meclis’ten ne tür düzenlemeler talep etmeli?
İktidar partisiyle muhalefetin Meclis komisyonundan beklentileri farklıydı. İktidar partisi bu komisyonun salt silahsızlanmayı sağlama ve silahlı unsurların topluma entegrasyonuna ilişkin gerekli olan yasal düzenlemelere ilişkin bir rapor hazırlamayla sınırlı bakıyor. Gerek dinlemeler gerek raporlamanın bununla sınırlı olması gerekliliğini, bu komisyonun yeni bir anayasa hazırlama komisyonu olmadığını ve Türkiye’nin yaşamış olduğu demokrasi ve özgürlükler alanındaki sorunları çözme amaçlı bir komisyon olmadığını söylüyor. Ama muhalefet, “Mademki bir barış olacak ve bu barışın nihai hedefi demokratik siyasetin önünü açmaktır; öyleyse bu komisyon bununla da ilgilensin. Çünkü demokrasi olmadan, demokratikleşme konusunda bir takım adımlar atılmadan, özgürlüklerin alanını genişletmeden barışı tesis etmek mümkün değildir” diyor. O anlamda bu komisyon sadece silahsızlandırmayla sınırlı değil, Türkiye’nin demokratikleşmesiyle ilgili görevler düştüğünü de söylüyor. İşin doğrusu belki iki arada bir derede durmak gerekiyor. Yoksa bütünlükçü bir süreci yürütemeyiz ve süreç kalıcı ve süreklilik arz eden bir barışı sağlayamaz noktaya doğru evrilir. Böyle bir ihtimal de söz konusu. Fakat burada da işin özünü çok ihmal etmemek kaydıyla bunu yapmak gerekiyor. İşin aslı en azından ilk etap itibariyle silahsızlanmadır. Çünkü birinci öncelik silahsızlandırma, silahlı unsurlarında toplumla entegrasyonunu sağlamadır. Ve buna ilişkin yasal düzenlemelerdir.
Negatif barış halini pozitif barışa evriltmek, barışı sürekli ve kalıcı kılabilmenin ön adımları ve yasal düzenlemeleri ne olmalı?
Zaten PKK silahları bırakma kararı almadan önce de bir negatif barış yaşanıyordu. Yani bir çatışma durumu söz konusu değildi. Fiili bir çatışmasızlık hali vardı. Ama PKK'nin bu kararıyla birlikte o fiili çatışmasızlık hali bir anlamda resmiyet kazanmış oldu. Dolayısıyla bu çatışmasızlık haline, çatışma çözüm literatüründe negatif barış hali diyoruz. Bu barışın bir ilk aşamasıdır. Şimdi negatif barış haliyle sınırlı kalmaması gerekiyor. Bu negatif barışı kalıcı ve sürekli kılabilmenin yolu, onu pozitif barışa evirmektir. Yani gerçekten çatışmaya sebebiyet veren kök sebeplerin, sorunların ortadan kaldırılması için gerekli adımların atılmasıdır. Bu adımlar salt anayasal, yasal ve hukuki adımlar değil. Bir de fiili adımlar var. Yani anayasada değişiklik yaparsınız, yasaları değiştirirsiniz ama o anayasayı ve yasaları uygulayacak bir siyasi, bürokratik ve yargısal irade eğer yoksa bunları hayata geçirmenin mümkünatı yoktur. Yani yasal ve anayasal reformlar, tek başına yeterli değildir. İşte bu negatif barış halini pozitif barışa evirebilmek ve onu kalıcı sürekli kılabilmek için hiç şüphesiz hukuki adımların, düzenlemelerin yapılması gerekiyor. Bunlardan biri de anayasadır. Çünkü anayasa, toplumsal mutabakat metnidir. Toplumun farklı kesimlerinin ortaklaştığı ve o farklı kesimlerin talep ve beklentilerinin bir arada buluştuğu toplum sözleşmeleridir. Böyle bir süreci taçlandırmak için yeni bir anayasa ya da mevcut anayasada gerekli değişikliklerin doğru olacağını düşünüyoruz. Bu bugün için değil ama yarın için bu gereklilik ortaya çıkacaktır.
Sorunun çözümü noktasında Anayasa’da değişiklik yeterli olur mu?
Anayasaları anlamlı ve değerli kılan onun içindeki yüce kurallar ve ilkeler değil, ona inanan bir toplumun ve o toplumun siyasi temsilcilerinin anayasadaki ilkelere, kurallara ya da normlara bağlılık iradesidir.
Yok, hiç şüphesiz olmaz. Bir kere meselenin özünde Kürt meselesi var. Kürt meselesinin çözümüne yönelik doğrudan doğruya bugüne kadar anayasal düzeyde adım atılmadı. Atılacaksa ilk kez atılacak. Ama dediğiniz doğru, şu var; 82 Anayasası bugüne kadar 20 kez değiştirildi. Ve bu değişikliklerden mevcut anayasanın 3’te 2 maddesi etkilendi. Dolayısıyla anayasanın 3’te 2’si değiştirilmiş durumda. 2017 değişikliğine kadar yapılan değişikliklerin hemen tümü pozitifti. Yani demokrasinin ve özgürlüklerin önünü açmaya ve hukuk devleti ilkesinin önündeki engelleri kaldırmaya yönelik anayasa değişiklikleriydi. Hepsi ileriye dönüktü. Ama 2017 anayasa değişikliği ile birlikte var olan anayasaya dahi uyulmadığını görüyoruz. Anayasa varlığının bu anlamda çok fazla bir değeri yok. Anayasaları anlamlı ve değerli kılan onun içindeki yüce kurallar ve ilkeler değil, ona inanan bir toplumun ve o toplumun siyasi temsilcilerinin anayasadaki ilkelere, kurallara ya da normlara bağlılık iradesidir. Asıl önemli olan budur. Devleti, toplumu yönetenler buna uymadığı müddetçe anayasadaki evrensel ilkelerin varlığının hiçbir anlamı yok. Son 10 yıldır bu anayasaya uyma noktasında bir çabanın olmadığını, tam tersine anayasa hükümlerini ihlal noktasında ciddi bir siyasi iradenin olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla yeni anayasa yapmak çok fazla bir marifet değil.
Siz komisyonda dil üzerinde de çok fazla durdunuz. 42’nci maddenin kaldırılabileceğini söylediniz. Bunun için hem toplumsal hem yasal ne tür düzenlemeler yapılmalı?
Kürt meselesinin bir diğer özü de dil meselesidir. Bütün etnik sorunların temelinde dilin yasaklanması yatıyor. Sorunu yaratan şey o. Dile ilişkin Kürtlerin talebi kadar insani, vicdani, İslami talep yok. Bu vicdana, adalet duygusuna sahip bir insanın mutlak suretle kabul etmesi gereken bir taleptir. Bunun dışındaki taleplere ilişkin birtakım korkular, kaygılar olabilir. Bu insanın iradesinin dışındaki bir olaydır. Anadil dediğimiz şey insanın kendisinin belirlediği bir şey değil. Bir kimsenin kendi anadilini kullanması, o dille kendisini ifade etmesi, basın ve yayın araçlarını kullanması, onun üzerinden ifade etmesi, kitap yazması, onun ötesinde eğitim görmesi ve kamu makamlarıyla ilişkide de kendi anadilini kullanmayı istemesi kadar insani bir şey olamaz.
Şimdi bunun önünde anayasal düzeyde bir yasak var. 42’nci maddenin son fıkrasında “Türkçe dışındaki dillerin anadil olarak okutulamayacağı ve öğretilemeyeceği söyleniyor.” Asgari düzeyde yapılması gereken şeyin bunun kaldırılması olduğunu söyledim. Ama şayet bu mesele kalıcı bir şekilde çözülmek isteniyorsa ideal olan hem kültürel kimlik haklarına ilişkin bir genel koruyucu düzenleme getirmek hem de özel olarak dilsel haklara ilişkin bir düzenleme getirmek. İkinci alternatif olarak da genel koruyucu düzenleme mümkün değilse özel, özel değilse genel olsun. Yani 3 alternatifli bir öneri sunduk. Önemli olan sorunun çözülmesidir. Zorlaştırmamak gerekiyor. Müzakereye açık olmak gerekiyor. Demokratik siyaset de böyle bir şeydir. Bu anadil konusu çok önemlidir. Türkiye'de anadil dendiğinde resmi dil karşıtlığı temelinde konuşuluyor. Bu anadille resmi dil paralel olarak düşünülüyor. Oysaki resmi dil farklı bir şeydir, anadil farklı bir şeydir. Kaldı ki Kürtçenin resmi dil olması dahi talep edilebilir. Bu demokratik bir şeydir sonuçta. Demokratik olmayan şiddete başvurmak suretiyle bunları kabul ettirmeye çalışmaktır. Yoksa demokratik yöntemle her şey talep edilebilir.
Eşit yurttaşlık talebi içinde aynı şeyleri söylemek mümkün mü?
Elbette. Sonuçta bu kültürel kimlik hakları olsun, eşit yurttaşlık olsun, işte yerel yönetimlerin güçlendirilmesi olsun... Bütün bunlarla istenen şey eşit, özgür vatandaş kategorisini yaratmaktır. Bu vatandaşlık dediğimiz şey, vatandaşın kendi öz yurdunda hissetmesidir. Bu vasatı yakalayabilmektir, yakalatabilmektir. Yani bir kimseyi kendi evinin sıcaklığını kendi ülkesinde de, yaşadığı topraklarda da hissetmesidir. Bu sadece nominal bir mesele, bir tanımlama, isimlendirme değil. Gündelik hayatta ben kendimi gerçekten eşit ve özgür hissedebiliyor muyum? Özellikle eşit hissedebiliyor muyum? Bu bütün kültürel farklılıklar için geçerlidir.
Bu süreçte en çok tartışılan meselelerden biri entegrasyon meselesi. Demokratik entegrasyon nasıl sağlanır?
Başka ülke deneyimlerine bakıldığında uzun yıllar silahla iç içe olan, silahla yaşamış, dolayısıyla güvenli bir ortamda yaşamanın verdiği lüksü tatmamış silahlı unsurları topluma entegre ederken bir süreçten geçirilir. Buna ilişkin bir takım güvencelerin yapılması gerekiyor. Çok daha önemli olan hususlardan biri de -ekonomi her şeyin üzerindedir ama- siyaset yapmalarının önünün açılmasıdır. Ve tabii ki bunu güvence altına alan bir hukuki düzenlemedir.
Bazı kesimler entegrasyonu asimilasyon olarak görüyor. Bu kaygılara dair neler söylersiniz?
Süreçte bir hız, ivme kazanılmak isteniyorsa, o zaman yapılması gereken de her siyasetçinin temsil ettiği toplumsal kesimi bu anlamda ikna etmesi, barışa hazır hale getirmesidir.
Asimilasyon her zaman için var. Hala devam ediyor. Ama halkların birbirlerine bakış açısı, özellikle de egemen çoğunluğun bir birine bakış açısı çok önemlidir. Kürt'le eşitlenmek istemeyen insanlar, gruplar olabiliyor. Bu çok kısa sürede çözülebilecek bir şey değil. Yani yaşayarak, zamana yayarak bu sorunlar çözülebilir. Bizim gibi halkın çok özneleşmediği, aktif bir özne olarak tarihsel, toplumsal olayların gelişiminde etkili olmadığı toplumlarda siyasi aktörlerin tutumları, tavırları çok önemlidir. Toplumun önemli bir kesimi tarafından ya da belli kesimleri tarafından mutlak sözü dinlenen aktörler var. Bunların sözleri, hal ve hareketleri kendi kitleleri üzerinde çok etkili oluyor. Yani biz ne yaparsak yapalım, ne söylersek söyleyelim, bizler değil de bunların tutumları önemli. O nedenle yani süreçte bir hız, ivme kazanılmak isteniyorsa, o zaman yapılması gereken de her siyasetçinin temsil ettiği toplumsal kesimi bu anlamda ikna etmesi, barışa hazır hale getirmesidir.
Tartışılan ve talep edilen meselelerden biri de komisyonun Abdullah Öcalan’ı dinlemesi meselesi. Sizce komisyon Öcalan’ı dinlemeli mi?
Asıl baş müzakereci ya da baş aktör olarak Öcalan'ın dinlenmesi yoluna gidilecektir diye düşünüyorum. Zaten bunun olması gerekliliğine ilişkin de farklı siyasi partiden isimlerin dillendirdiğini, Öcalan'ın da zaten kendisinin müzakereye hazır olduğunu, kendisiyle görüşülmesi halinde müzakere yapabileceğini ifade ettiğini biliyoruz. Muhtemelen bu önümüzdeki süreç içerisinde çok vakit kaybetmeksizin en kısa süre içerisinde Öcalan'la görüşme yapılacaktır diye düşünüyorum. En azından hiç şüphesiz olması gereken budur.
AİHM’in “umut hakkı” kararı var. AİHM kararlarına uyulması sürece nasıl bir fayda sağlar?
Bütün bunlar siyasi iradenin takvimlendirme meselesidir. Şayet siyasi irade bu sorunu çözmek gibi bir niyete sahipse, bunları belli bir takvim dahilinde kendiliğinden yapar. Ama bugünkü mevcut siyasi iktidarın yapısı, işleyiş biçimine bakıldığında AİHM bu kararı verdiği için, Avrupa Konseyi bunu zorladığı için değil; kendiliğinden bu işi yapmak isteyecektir. Doğru olan da odur. Yani sonuçta bizim için önemli olan sonuçtur. Hangi argümantasyonla, hangi referansla bu işin yapıldığı çok da fazla önemli değil. Ama şayet bir hukuki meşruiyet kaygısı varsa, o zaman “AİHM’nin kararı var, bu karar doğrultusunda bu kararı aldık” dersiniz. Eğer böyle bir kaygı yoksa “Benim için önemli olan bu sürecin selametle sona ermesidir. Kendi irademle bu işi yapmak istiyorum” derseniz. Sonuçta bu bir siyasi irade işidir. Onun da ne zaman tecelli edeceğini bilemiyoruz.
AK BK “umut hakkı”nı gündemine aldığı son toplantısında hem Türkiye’ye süre verdi hem de komisyona işaret etti. Siz bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Olumlu fakat Türkiye’nin en azından son 10 yıllık işleyiş biçimine bakıldığında, bunların hiç etkisi olmadı. Şüphesiz bu anayasanın emri gereğidir. Uluslararası hükümlülükleri de bunu gerektiriyor. Ama mevcut anayasaya uyma noktasında, kendisini çok da bağlı hissetmeyen bir iktidarla karşı karşıyayız. O nedenle bu Avrupa Konseyi'nin vermiş olduğu karar doğrultusunda mı hareket eder, yoksa onu görmezlikten gelip; atıfla değil, kendi iradesiyle mi yapar bilemiyoruz.
2007 ve 2011-13 süreçlerinde anayasa değişikliğine dair komisyonlar kurulmuştu. Bu komisyonlar başarıya ulaşamadı. Benzer bir komisyon kurulursa, o dönemlerdeki ne tür eksikliklerden kaçınmak gerekir?
Türkiye'de yeni bir anayasa yapamamanın önündeki en temel sebep, Türkiye toplumunun bölünmüş yapısıdır. Türkiye Türk-Kürt, Sünni-Alevi, muhafazakar-laik olarak 3 temel hat üzerinde bölünmüş, ayrışmış ve kutuplaşmış bir toplum. Şimdi bu kadar ayrışmış bir toplumda, her kesimin kendi varlığını ötekinin zayıflığı ya da yokluğu üzerine kurguladığı bir yerde, geniş uzlaşı temelinde bir anayasa yapabilmek mümkün değil. Çatışmaya sebebiyet vermemek, çatışmaya sebebiyet veren konuların anayasaya yazılmaması, o konunun normalleşme sürecine ertelenmesi bir yöntemdir. Bu uzun bir meseledir. Burada önerilecek şey sadece anayasa yapım yöntemine ilişkin bir değişikliğe gitmek olmalı. Eğer yeni bir anayasa yapılmak isteniyorsa mutabakata varılan konular üzerinden yeni bir anayasa yapılır. Varılmayanlar da çatışmaların sona erdiği, gerginliklerin giderildiği, toplumda bir ılımlı bir atmosferin oluştuğu döneme ertelenir. O ertelenen dönemde bir mutabakat arayışına girilmek suretiyle eksik kalan kısımların tamamlanacağını söylemek istiyorum.
Son olarak sürecin başarıya ulaşması için atılması gereken adımlar neler?
Mesela Öcalan'a yönelik tecridin kaldırılması. Yani istediği isimlerle çok rahatlıkla görüşebilmesi, komisyonun bir an önce onunla görüşmesi gibi şeyler var.
Hukuki adımlar var. Zaten silahlı unsurların topluma entegrasyonu sürecinde bir takım adımların atılması gerekiyor. Onun dışında yurt dışında, diasporada yaşayan Kürt entelektüelleri, siyasetçileri var. Onlar da kendi topraklarına, ülkesine dönmek istiyor. Onların buraya dönüşü, cezaevinde hükümlü olanların bir an önce işte tahliye edip, kendi evlerine dönmelerinin sağlanması gerekiyor. Bunun dışında infaz kanunu var. Mesela PKK'li hükümlüler denetimli serbestlikten yararlanmak istiyor. En son Selçuk Mızraklı olayını da gördük. Süre doluyor, dilekçeyle başvuruyor. İtirafçılık dayatılıyor. Şimdi 10, 20, 30 yıl içeride yatmış bir insana itirafçılık dayatılmaz. Cezaevi Gözlem ve İdare Kurulları var. Bunun kaldırılması yoluna gidilebilir. Bu hukuki düzenlemeler tamam ama bunun ötesinde çok basit, sembolik ama önem taşıyan adımlar var. Mesela Öcalan'a yönelik tecridin kaldırılması. Yani istediği isimlerle çok rahatlıkla görüşebilmesi, komisyonun bir an önce onunla görüşmesi gibi şeyler var. Selahattin Demirtaş'ın acilen serbest bırakılması gibi yapılması gereken birçok şey var. Siyasi saiklerle içeride tutulan kişilerin derhal bırakılması yoluna gidebilir. Hasta, tutuklu ve hükümlülere yönelik büyük bir hassasiyet var. Ona yönelik bir takım adımlar atılabilir. Somut olarak atılabilecek adım çok. Yeter ki böyle bir irade ortaya çıksın.
MA / Rukiye Payiz Adıgüzel